Sorunlu Değil Sorumlu Gençlik!

Kaç yaşında olursak olalım bir sıkıntı anında ihtiyaç duyduğumuz şey, bizimle aynı fikirde olunup olunmaması değil; deneyimlediklerimizin farkına varacak birinin varlığıdır!

Elif Nesibe Temiz

Rus ressam Andrei Popov’un “Çocuk Büyütmek” adlı çalışmasını görenler hatırlayacaklardır. Yere düşmüş bir kalem, kapı çerçevesine işaretlenmiş ve bir çocuğa ait olduğu anlaşılan boy ölçümleri ve bu çizgilerin kuş olup uçtuğu sahne… Popov, ebeveynler için çocuğun büyümesi, büyüdükçe farklılaşması, farklılaştıkça özgürleşmesi üzerine müthiş bir tefekkür tablosu çizer aslında eserinde. Elbette bir anne baba için çocuklarının ne kadar büyüdüğünü gösteren kalemi elinden bırakması hiç de kolay değil. Eskisi kadar ihtiyaç duyulmadığını fark etmek; “aman düşmesin” diye ilk adımlarını takip ettiği bebeğinin, yaş aldıkça kendisinden yardım ve akıl istemeyen bir hâle evrildiğini kabul etmek zor! Fakat evladını büyütmek kadar onun büyüdüğünü kabul etmek de gerek. Zannetmeyin okula başladıklarında yalnızca çocuklar anne-babalarından, evlerinden ayrıldığı için ağlar. Evlatlarını sınıfa bıraktıktan sonra okul koridorunda en az onlar kadar ağlayan veliler de var. Ama nasıl ki hem çocuk hem ebeveyni birkaç gün sonra bu duruma alışıyor, birbirlerine güvenle bağlanabildikleri gibi birbirlerinden güvenle ayrışmayı öğrenebiliyorlarsa o çocuklar büyüyüp genç bir yetişkin olduklarında da alan açma ve uyum sağlama konusunda karşılıklı çalışmaya devam etmek gerekiyor.

Kanaat Notu

En basit ihtiyaçlarını bile ifade etmekten ve karşılamaktan aciz bir bebeklikle hayatına başlayınca evladımız, ister istemez hep onu eğitmek üzerine kurulu bir sistem oluşturuyoruz kafamızda. Bebeğimiz bu dünyaya yeni gelmiştir, acizdir ve engin tecrübelerimizle onlara rehberlik ve mentörlük yapmamız için bize emanet edilmiştir. Biz de hâliyle başlarız alfabeden, çarpım tablosundan talim ve terbiyeye. Duvara attığımız boy çizikleri yükseldikçe; diğer bir deyişle çocuğumuz öğrendikçe, geliştikçe, başardıkça bizim de ebeveynlikteki kanaat notumuz yükselir âdeta. Hatta isteriz bizim daha geç tanıştıklarımızla o daha erken tanışsın; bizim uzun ve çetrefil yokuşlarımızdan değil de daha kestirme ve konforlu yollardan yürüsün.

Ebeveyn Tipolojileri

Psikoterapist John Gottman, ebeveyn tipolojisini dört ana grupta topluyor bu bağlamda. İlki “Aman canım ne var bunda, zamane gençliği her şeyi abartıyorsunuz.” deyip evladının problem gördüğü şeyleri “dikkate almayan ebeveyn”dir. Görmezden geldiğimiz gözyaşları, küçümsediğimiz fikirler, hiçe saydığımız duygular ergenlikte karşımıza bütün agresyonuyla çıkıverir bu tip bir yaklaşımda. “Onaylamayan ebeveyn” ise çocuğun tüm sorgulamalarını, problem saydıklarını reddeden bir hâl sergiler. Her şey şımarıklıktır bu tarza göre ve “Biz neler gördük, derin okyanuslarda boğulmadık; siz sığ sularda feryat ediyorsunuz.” der içindeki ses. Bir de “Laissez-Faire Ebeveynlik” var ki evlere şenlik! Etliye sütlüye karışmaz. Çocuğunun alanına, duygularına saygı duymayı; onu desteksiz ve yalnız bırakmakla eş tutar.

“Duygu odaklı ebeveyn” ise evladının yaşadıklarının ve onda oluşan duyguların farkında olur. Hatta bu duyguları onunla bağ kurma ya da var olan bağını kuvvetlendirme aracı görüp fırsata çevirir. Aynen Rabbimizin yargısız/sorgusuz kullarını dinlemesi gibi o da kendi çapında evladını dinler, anlar. Hatta çocuğunun bizzat kendisini anlamasına da yardımcı olur. Her koşulda orada olduğunu, evladının istediği ölçüde ona yardımcı olabileceğini hissettirir. Diğer bir deyişle kendini ve çocuğunu çok iyi tanıyan bir anne-baba vardır karşımızda. İbn Haldun’un “Çocuklarınızı terbiye etmeye çalışmayın. Çünkü zaten size benzeyeceklerdir. Kendinizi terbiye edin yeter.” tavsiyesini baş tacı eden bu ebeveyn tipi, evladıyla yaşadığı çatışmaları, tetiklenmeleri bizzat kendini tanıma ve geliştirme adına değerlendirir.

İyi Hisseden, Doğru Davranır

Anne olmadan önce mükemmel bir ebeveyndim. İnsanların çocuklarıyla ilgili problemlerini çözmekte üstüme yoktu!” diye başlıyorlar söze New York Times’n en çok okunan yazarlarından Adele Faber ve Elaine Mazlish, “Konuş ki Dinlesin Dinle ki Konuşsun” kitabında. Ama gerçekten anne olduklarında herkes gibi onların da tecrübeleri sebebiyle duygu ve düşünceleri değişiyor. Faber ve Mazlish’in çok basit bir iddiaları var: “Çocuklar iyi hissederse, doğru davranacaklardır.” Peki çocuklar nasıl iyi hisseder? Tabi ki onların duygularını olduğu gibi kabul ederek. Burada problem, ebeveynin genellikle bu duyguları kabul yolunu tercih etmemesi ve kabul etmeyi onaylamakla eşdeğer görmesi. Hatta çocuklarının ne hissettiğine ya da hisssetmesi gerektiğine kendi karar vermeye çabalaması. Oysa duyguların sürekli inkârı, çocukların kafasını karıştırabilir ve onları öfkelendirebilir. Aynı zamanda onların kendi hislerine güvenmemelerine yol açabilir. Evladının yorgunluğuna, üzüntüsüne, heyecanına bile kendi karar veren anne ya da babalar, daha sonra aynı çocukların kendi kararlarını kendi alan, doğru seçim yapabilen, seçimlerinin sorumluluğunu taşıyabilen mükellef bir birey olmasını da bekler.

Çocukların duygularını anlamlandırabilmesi için öncelikle anlaşılmaya ihtiyaçları var. Anlaşılmaları içinse etkili dinlenmeye. Burada ilk kabul etmemiz gereken gerçek, bir insanın dinleme ve az sonra muhatabına söyleyeceklerini zihninde planlama işini aynı anda yapamayacağıdır. Muhatap olmak karşıdaki insana tüm dikkatini vermekle başlar. Faber ve Mazlish’in deyimiyle “dudak servisi”ne ihtiyacı yoktur kimsenin. Aynen Peygamber Efendimiz gibi muhatabının gözüne bakıp konuşan, onu samimi bir niyetle anlamaya çalışan bir insanın varlığıdır arzulanan. Zaten daha çözmeye çalıştığımız bir problemi anlamayan birine cevabımızın doğru ve yanlışlığını değerlendirmesi konusunda nasıl güvenebiliriz ki?

Duyguyu Bulmak

Kaç yaşında olursak olalım bir sıkıntı anında ihtiyaç duyduğumuz şey, bizimle aynı fikirde olunup olunmaması değil; deneyimlediklerimizin farkına varacak birinin varlığıdır aslında. Bu farkındalık esnasında zorlandığımız en önemli nokta da duygularımıza isim vermektir. Birçok insana “Ne hissediyorsun?” diye sorduğumuzda genelde ne düşündükleri ya da ne yaşadıklarını ifade eden cevaplar alırız. Ancak ısrarla sorgulamaya devam ettiğinizde gerçek duyguları fark etme imkânı doğar. Duyguyu bulmak neden önemlidir bu kadar? Çünkü duyguyu bulamazsak, kabul de edemeyiz. Pek çoğumuz ne yazık ki negatif duygunun varlığını kabullenmekten, daha kötü hissetme endişesiyle korkar. Fakat kabul etmesek de orda var olan ve yıllar boyunca benzer travmalarla serpilip büyüyen o ismini anmaya çekindiğimiz duygular, korktuğumuzdan çok daha fazla ve tahrip edici bir biçimde bizi etkiler. Hatta hem ruh hem de bedenimizi yaralamaya başlar. İşte bu sebeple John Gottman’ın ortaya attığı duygu odaklı ebeveynlik, duygusal zekâsı yüksek, maddi ve manevi sorumluluk sahibi gençler yetiştirmek için en güzel formüllerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü biz çocukların yaşadıkları karşısındaki duygularını kabullendikçe onlar da bizim onlar için koyduğumuz sınırları daha kolay kabul ediyorlar.

Önce Kendini Tanı, Sonra Evladını…

Kendini tanıyan bir anne babanın, evladını tanıması da kolaylaşır. Her çocuk, her insan özeldir; zaafları ve yetenekleri farklıdır. Zemin etüdünü iyi yapamazsak evlatlarımızın yarın yanlış yere doğru bina inşa ettiğini iddia eden müteahhit kadar saçmalamış oluruz Allah korusun! Zaten muhatabını tanımadan bir ilişki ve iletişimden de söz edemeyiz. Aynen evlilikte olduğu gibi kendini tanımayıp, ne istediğinin veya istemediğinin farkında olmadan seçim yapan bireyler, eşinden çok daha şikayetçi ise; ebeveynlikte de aynı patoloji, evladında da çok kusur bulan ve her şeyi ergenlik bunalımı şemsiyesinin altına saklayan bir tablo ortaya çıkarır.

Hasat Vakti: Ergenlik

Hâlbuki ergenlik, “sorunlu” dönem değil “sorumlu” dönemdir aslında. Kişinin kullukla mükellef olduğu, doğruyu ve yanlışı ayırt edebilme kabiliyeti sebebiyle reşit sayıldığı ve en önemlisi de Allah’la muhatap olduğu bir süreçtir. Bugün eğer bir genç bu dönemde kendisini tüm bu saydıklarımıza hazır hissetmiyorsa bu sadece hormonlarıyla mücadele ettiği, yaşı veya aklı yetmediği için değil, bu kapasiteye gelmek üzere aile ortamında hazırlanamadığı içindir.

Manevi anlamda doğru bir müfredat uygulaması bize bu hazırlık aşamasında oldukça yardımcı olur. Tabi bunun için anne baba olarak kendi konu eksiklerimizin farkında, sorumluluklarımızın bilincinde olmak da son derece mühim. Geç kalınmış öğretiler, alt yapısı oluşturulmadan konan kurallar, isteyerek ve faydasına inanarak taşınan sorumluluklardan ziyade dikte edilen zorunluluklar olarak algılanır. İşte bu sebeple ergenlik, sünnet pedagojisinde de kural dikte etme yaşı değil, vaktinde ve çok daha önce çocuğun ruh dünyasına yaptığımız ekimin, hasat zamanıdır diyor Nuriye Çeleğen Peygamber Efendimizin gençlerle iletişimini anlatırken. “Tarlasının ekim işinde pek çok şeyi ihmal etmiş çiftçinin toprakla çatışmaya hakkı olmadığı ve çatışsa dahi bir netice almayacağı misali gibi, ebeveyn de bu yaş evresinde ergen ile çatışmasında haklı değildir. Zaten çatışsa da olumlu bir netice alamaz. Bu dönem ebeveyn için daha çok sabır ve şefkat etme dönemidir.” diyen Çeleğen’e göre ergenlik dönemi anne babanın özeleştiri dönemi olmalı. Zira bu dönemde anne baba çocuğa yetemez ya da onlara çatışmasız huzurlu bir yuva ortamı sunamazsa çocuk bu boşluğu dışarıda aramaya başlıyor.

Üçüncü Ebeveyn
Duygu odaklı ebeveynler, evladının yaşadıklarının farkında olur. Hatta bu duyguları onunla bağ kurma ya da var olan bağını kuvvetlendirme aracı olarak görüp fırsata çevirir. Aynen Rabbimizin kullarını yargısız/sorgusuz dinlemesi gibi o da evladını dinler, anlar. Hatta çocuğunun bizzat kendisini anlamasına yardımcı olur.

Bir çocuğun üçüncü ebeveyni, hepimizin bildiği gibi anne babasının ilişkisidir. Eğer bir yuvada, çatışmalar haddinden fazlaysa, çiftler kendi problemlerini çözemiyorsa, ilişki hep gerginse çocuklar huzur bulmak için evden kaçıyor ne yazık ki! Bu kaçış bazen fiziksel (okul, arkadaş vs.), bazen de ruhsal (teknoloji, içine kapanma, bağımlılık vs.) olabiliyor. Çiftlerin, eşlerini çocuk yetiştirme konusunda desteklemediği, birbirlerinin ebeveynliklerine saygı göstermediği evliliklerde çocuklarımızın gönül dünyasında gedik açıyoruz istemeden de olsa. Ebeveyninin evliliklerindeki eş rollerini beğenmediği için “Müslüman erkek ya da kadın böyle ise ben böyle olmayacağım.” ya da “Böyle bir insanla evlenmeyeceğim.” diyen; hatta cinsiyet tercihlerini bile bu algıyla sorgulayan gençleri görmek artık mümkün maalesef.

Evdeki ortamın huzurlu ve güven verici olması kadar, evladımızın evin dışında da kendi kimliğini koruyabileceği, rahatlarken de helal dairede kalabileceği ortamlar ve bu ortamları paylaşacağı insanların varlığı da önem arz ediyor. Bu sebeple anne baba özellikle çocukluk bitip ergenlik dönemi başladığı sıralarda çocuğunu güzel insanlarla çevrelemeye özen göstermeli. Evladına hayırlı arkadaşlarla ve aynı zamanda mentör olabilecek insanlarla donatmak için çaba sarf etmeli. Bunu yaparken “Ben öğretemiyorum; bırakayım evladımla onlar uğraşsın.” mantıksızlığıyla değil de asıl sorumluğun kendinde olduğunun bilincinde, ama gereken yerde hem çocuğuna hem de ona yardımcı olan öğretmen ve mentörlerden destek alabilecek komplekssizlikte olmaya özen göstermeli. Ve en önemlisi bizzat kendisinin rehberlik yapamadığı bir çocuğu üçüncü bir şahsın gelip düzeltmesini beklememeli.

Kulluğa Hazırlanan Çocuklar
Yaqeen Institute’ten Dr. Hassan Elwan ve Dr. Osman Umarji, çarpıtılmış “Tanrı” imgelerinin ve onlara güvensiz bağlanmanın çocuklarda genellikle dinsel şüpheye, daha kötü akıl sağlığına ve olumsuz benlik kavramlarına yol açtığını düşünüyor.

Allah’a muhataplığa ve kulluğa hazırladığımız çocuklarımız yaş ve akıl seviyelerine uyumlu bir rehberlik yöntemiyle ve sevgiyle yetiştirilebilirlerse eğer, inanç sistemleri de o denli sorunsuz oturur. Zira bir çocuğun hayatındaki tüm kavramlarla tanışması gibi, Allah’la olan irtibatı, onu anlama ve anlamlandırma çabası da anne ve babasıyla kurduğu ilişkiyle başlar. Hızır Hacıkeleşoğlu’nun “Ebeveyn Algısı Kişilik ve Tanrı Tasavvuru” başlıklı tezinde ifade ettiği gibi, din eğitimi içerisinde “Tanrı”ya yönelik bakış açısı, aile ya da çevre tarafından genellikle bilgi aktarımı yoluyla kazandırılmaya çalışılmakta. Fakat soyut düşünme becerilerinin yeterince gelişmediği bu dönem içerisinde “Tanrı”yı tasavvur etme, ancak ebeveynlerin sürece duygusal sıcaklık eksenli bir tutum ve davranış örgüsü içerisinde müdahil olmasıyla gerçekleşebilir. Hacıkeleşoğlu’na göre soyut düşünme becerisi henüz gelişmemiş bir çocuğa “Tanrı”nın kudretinden, sonsuz sevgi ve merhametinden bahsedildiğinde muhtemelen zihninde bu niteliklere sahip biricik varlıklar olan annesi ya da babası canlanacaktır. Bu yüzden çocuğun anne ya da baba figürü tarafından arzu edilen şekilde yetiştirilmesi daha sonraki dönem içerisinde bireyin zihninde oluşturacağı “Tanrı” tasavvuru açısından önem arz eder.

Görmediğini Gösteren Nesil

Nasıl dinen her çağın ayrı bir misyonu ve vizyonu olduğuna inanılırsa, bu çağın ebeveyninin misyonu da görmediklerini göstermek galiba. Arafta nesil olarak tabir ettiğim bu ebeveynler kendi anne babalarından göremediklerini de öğrenip uygulama durumunda oluyor çoğu zaman. Bunun için de kişinin önce kendi ebeveyniyle yaşadığı ilişkiyi analiz etmesi, onları hunharca yargılamadan doğru ve yanlışlarını ayırt etmesi, faydalı uygulamaları alıp, faydasız olanları da bırakması gerekiyor. Tabi ki bu dönüşüm, başlangıçta içten gelmiyor; hatta çoğu davranış göze yapmacık bile görünebiliyor. Ama sabır ve tekrarla yapmacık görünümden doğal bir iletişim biçimi hâline dönüşüyor. Kabul ediyorum bu döngü kırma süreci hiç kolay değil. Fakat ebeveyn olmak her koşulda zor olduğuna göre, sonucu daha verimli olan zorluğu tercih etmek daha akıllıca sanki.

Tabi bu zorluğa talip olabilmek için ebeveynliğin öğrenilmesi gereken bir süreç olduğunu kabullenmek lazım önce. Çocuğu dünyaya geldiğinde onu nasıl terbiye edeceğiyle ilgili tüm bilgilerin de kendisine hediye edildiğine inanan bir insanın, bu talipler arasında olmayacağı aşikâr. “Biz nasıl olduysak, bizim çocuklarımız da öyle olur gider.” diye sözde rahat görünen bu insanların evlatları için sürekli kaygılı bir yaklaşım sergilemesi de oldukça ironik. Üstelik bu kaygı çok sağlıksız bir biçimde yaşanıyor. İnsanları, daha iyi bir ebeveyn olma yolunda harekete geçirmek yerine; onların ya hayıflanma modunda olduğu yerde saymalarına ya da “evladımın ayağına taş değmesin” diyerek çocuklarını aşırı korumalarına sebep oluyor.

Kaybetmeye İzin Vermek de Bir Sanat

Eğitimci-yazar Jessica Lahey’in “Hata Yapmama İzin Ver” kitabı tam da bu korumacılık yanımızı törpülemesi adına oldukça etkili bir kaynak. Yıllarca öğretmenlik de yapan Lahey, hem ebeveynlik hem de öğretmenlik tecrübelerinden yola çıkarak şu sonuca varıyor: Günümüzün aşırı korumacı, başarısızlıktan kaçınan ebeveynlik tarzı, tüm bir neslin yeterliliğini, bağımsızlığını ve akademik potansiyelini baltalıyor. “Çocuklarımıza başarısızlıktan korkmayı öğrettik ve bunu yaparken başarıya giden en emin ve net yolu tıkadık. Çocuklarımızın özsaygısını koruma arzumuzla, önlerine çıkan her rahatsız edici tümsek ve engeli buldozerle aştık, onları başarıya ve mutluluğa götüreceğini umduğumuz bakımlı yolu temizledik. Hâlbuki yollarından kaldırdığımız aksilikler, hatalar, yanlış hesaplamalar ve başarısızlıklar, onlara bu dünyanın becerikli, ısrarcı, yenilikçi ve dirençli vatandaşları olmayı öğreten deneyimlerdir.” diyen Lahey’e göre biz ebeveynler biraz geri adım atacağız, yoldaki o korkutucu engelleri bırakacağız ve çocuklarımızın onlarla yüzleşmesine izin vereceğiz. Desteğimiz, sevgimiz ve yeterince kısıtlamamızla çocuklarımız kendi çözümlerini nasıl geliştireceklerini öğrenebilirler ve gerçekten kendi yaptıkları başarıya giden yolu açabilirler.

Çocuklarımızın başarısız olmasına izin vermememizin altında yatan en önemli faktörlerden biri kendi ebeveynliğimizi bu başarı üzerinden değerlendirme eğilimi. Diğer bir deyişle çocuklarımızı başarısızlık saydığımız tüm negatif duygu ve durumlardan ne kadar korursak kendimizi o kadar iyi bir anne baba olarak kabul etmemiz. Buna bir de toplumsal baskı, el alem ne der zihniyeti, genç ya da çocuk dediğin böyle olur etiketleri de eklendiğinde ortaya mutluluktan ziyade toplumsal kurallara uygunluk meselesi öne çıkıyor.

Ama bundan çok daha ötesi çocukların yaşadığı her durum ve duygudan sorumlu olduğumuzu sanmamız. Anne ve babalığı çocuğu mutlu etme sanatı olarak algılamamız. Tabi biz ailedeki rolümüzü doğru tanımlamadığımızda; çocuklarımız da rollerini şaşırıyorlar. Onlar da bir süre sonra anne-babalarının duygularından sorumlu devlet bakanı olarak yaşamaya başlıyorlar hayatı. Herkesin omzunda olması gerekenden fazla bir yük taşıdığı, bu yükü taşımaktan tükendiği, daha kendi gönül dünyasını derleyip toparlayamazken karşısındakininkini düzeltmeye talip olduğu bir kısır döngüye giriyoruz böylece.

Yoldaş Anne Baba
Evladı büyürken, aslında kendi çocukluk ve gençlik travmalarıyla yüzleşen ebeveyn, bu durumun hiç farkında olmadığı için, baş edemediği bütün duygulardan, o duyguların tetiklenmesine vesile olan muhatabı yani evladını sorumlu tutma eğilimi gösterebiliyor.

İşin özü, çocuğumuzun hayatında sürücü koltuğunda oturmadığımızın farkında olmak belki de. Biz en fazla o izin verdiği müddetçe yan koltukta oturan ve varlığıyla güven veren, en uzun yolları bile muhabbetiyle daha az sıkıcı hâle getiren yoldaşlarız sadece. Nasıl ki yolculardan biri araba sürüşümüze sürekli müdahale etse zevk alamayız; aynen öyle de evladımızın hayatında yaptığımız her yersiz muameleyle onu aynı şekilde rahatsız ederiz. Bize düşen kendi arabamızı kullanırken nasıl iyi bir şoför olunduğumuzu göstermek, trafik kurallarına uymak, arabanın özelliklerini ve onun nasıl kullanılacağını layıkıyla öğretmek. Bu ona can yakıcı bir kaza anında müdahale etmeyeceğiz anlamı taşımıyor elbette. Ya da yaşı gelmeden, güven telkin etmeden arabasını teslim edeceğimiz anlamına. Özellikle de yurt dışında bulunduğu coğrafya, inandığı din ve mensubu olduğu millet üçgeninde, kendi kimliğini anlama ve anlamlandırma çabası olan bir çocuğu ya da genci; bu çoktan seçmeli kimlik sınavında, asimilasyon-entegrasyon açmazında desteksiz bırakmayacağız.

Aksine ifrat ve tefrite varmadan, yeterince kaygılı, gerektiğinde rahat, elinden geleni vaktinde yapan, evladından hayır duasını eksik etmeyen, başarıdan ziyade huzur ve mutluluğa odaklı, saygı ve sevgiyi karşılıklı yaşatan ve tüm bunların bilinci ve sorumluluğunu yerine getirmenin verdiği tevekkül ve sabırla hasat zamanını bekleyen bir anne baba olacağız. Redd-i miras değil sedd-i miras deyip, şuuraltı müktesebatımızı süzgeçten geçireceğiz. Taşlarını ayıkladığımız çocukluk deneyimlerimizin üstüne zamanın çocuklarına yardımcı olabilecek donanımlar ekleyeceğiz. Zor da olsa imkânsız olmayan ve bizi daha iyi bir insan etmeye çabalayan bu sistemle çocuklarımızı nefisleriyle baş başa bırakmadan, sahip oldukları tüm kimliklerin güzel yanlarını alıp mezcedebilen bir hâlde yetiştireceğiz. Araba kullanmayı bile eğitimini, sınavını, belgesini almadan gerçekleştiremezken; çocuk sahibi olup yetiştirme taliplisi olmanın da bir eğitim görmeyi gerektirdiğinin bilincinde olacağız.

Bilmemekten değil öğrenmemekten korkup gocunmadan sorup araştıracağız. Fakat tüm bunları yapıp uygularken hata yapabileceğimizin, bizim de insan olduğumuzun, görmediklerimizi göstermeye çabaladığımızın farkındalığı ve şefkati ile kendimize yaklaşacağız. Kendisine değer vermeyen, şefkat göstermeyenin evladına da bunu gösteremeyeceğinin bilincinde olacağız. Mükemmel ve başarılı ebeveyn olma zorunluluğunu; sevgi ve şefkat dolu, sorumluluk sahibi ebeveyn olma çabasıyla değiştireceğiz. Böylece sorunlu gördüğümüz çocuklar, sorumlu gençlere evrilecek. Bir anne olarak, kendi hayatımda tüm bu sayması kolay, ama gerçekleştirmesi zor kararları ne kadar gerçekleştirebilirim bilmiyorum; ama en azından niyet ediyorum böyle bir ebeveyn olmaya.

Peki ya siz? Var mısınız duygu odaklı ebeveyn olmaya?

Haber bültenine abone olun.

En son haberler, teklifler ve özel duyurulardan haberdar olmak için.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu yazınız
Lütfen isminizi yazın

Bu hafta en çok okunanlar