Melike Melan
Genç kadın, psikolojik rahatsızlıkları olan eşinden ayrılmak durumunda kalmış ve uzun yıllar üç çocuğuna yazarlık yaparak bakmıştı. Bu zorlu sürecin ardından kendisine değer veren, zeki, başarılı birisiyle tanışmış ve yeni bir yuva kurmuştu. Şehirden uzakta küçük bir kasabaya taşınmış, bahçe içindeki şömineli evinde mutlu bir hayat sürüyordu. Tüm gün ev işleri ile uğraşıyor, çeşit çeşit yemekler yapıyor, kızının odasına renk renk duvar kağıtları seçmek gibi işler için saatlerini harcıyordu. Hayatın bu rutinleşmiş, sakin ve dingin akışı içinde kendisini güvende hissediyordu. Ta ki bir yılın sonunda eşi ona, “Neden tüm sorumluluğu ben üstleniyorum? Kirayı, faturaları ben ödüyorum? Sen eğitimli, çalışabilecek, üretebilecek ve kendi kendine yetebilecek bir kadınsın. Üstelik bunu benden önce pekâlâ yapabiliyordun. Şimdi neden çalışmıyorsun?” diye sorana kadar. Kadın ilk başta bu duruma çok içerledi. Hatta eşinin kendisini artık eskisi kadar sevmediğini bile düşündü ve tüm öfkesini ona yöneltti; fakat sonunda kendi içindeki duygularla yüzleşmeye karar verdi. Ve “bağımsız olmaktan”, “başarılı olmaktan” korktuğunu fark etti. Daha önce yazarlık yaparak geçimini sağlayan kadın, eski editörünü arayarak “bağımsızlık korkusu” olarak tanımladığı bir konu hakkında yazmak istediğini söyledi. Editörün ilk başta yayımlamayı kabul etmediği bu dosya, 1981 yılında “Sindirella Kompleksi” adıyla bir kitap olarak yayımlanacak ve tam yirmi üç dile çevrilecekti!
Sindirella Kompleksi
Amerikalı psikoterapist Colette Dowling, kendi hayatından yola çıkarak yazdığı Sindirella Kompleksi: Çağdaş Kadının Bağımsızlık Korkusu isimli kitabında, kadınların tek başına ayakta durmaktan korkmalarının ve kendilerini korunmaya muhtaç hissetmelerinin altında yatan nedenleri ele alıyor. Peki neden Sindirella? Bunu anlamak için önce çocukluğumuzdan aşina olduğumuz masala göz atmakta fayda var. Sindirella, üvey annesi ve üvey kız kardeşleri tarafından hor görülen, eski püskü elbiseler içinde, sürekli ev işleri yapan zavallı bir genç kızdır. Fakat bir gün beyaz atlı bir prens gelir ve onu bu hayatın içinden çekip kurtarır. Tıpkı bu masaldaki gibi birçok kadın da hayattaki zorlukları aşmak, kendi benliğini tamamlamak gibi birçok şeyi, başka bir bireye ihtiyacı olmadan yapabilecek güce sahipken, yalnızca bir erkekle tamamlanabileceğini ve mutlu olabileceğini düşünüyor.
Dowling kitabında kadınların bu düşünceye itilmesindeki sebeplerden birine şöyle değiniyor: “Bize kadınların tek başına ayakta duramayacağı, çok hassas, çok kırılgan, korunması gereken cins olduğu öğretildi.” Buna karşın entelektüellerin ise, “kadınlar kendi ayakları üzerinde durmalı” dediğini ve kadınların bu iki zıt kutbun arasında kalıp aşağı çekildiğini belirterek şu çarpıcı tespiti yapıyor: “Aynı anda hem bağımsız, özgür olmayı hem de yaşamımızı bir başkasının üstlenmesini istiyoruz.” Dowling, kadını, aklını ve üretkenliğini tam olarak kullanmaktan alıkoyan ve büyük ölçüde bastırılmış tutumlardan ve korkulardan oluşan bu olguya “Sindirella Kompleksi” diyor. Beyaz atlı prensi bekleyen Sindirella gibi bugün birçok kadın da hâlâ dışarıdan bir şeylerin kendi yaşamlarını dönüştürmesini istiyor. Oysa, yine Dowling’in dediği gibi, “Derinlerdeki korunma ve gözetilme arzusunu tam anlamıyla kavrayarak ve böylece kim olduğumuza ve gerçekte neyi başarabileceğimize ilişkin gerçekçi bir duyguyla yeni bir güç kazanırsak biz kadınlar, bir daha geri dönmemek üzere yola koyuluruz.”
Bu elbette ki, kadının her şeyi tek başına üstlenmesi gerektiği anlamına gelmiyor. Bir kadın tek başına birçok şeyi başarabileceğini bilmeli ve dış dünyanın zorluklarına karşı cesaretli olmalı ama ortada duran yükü de eşiyle bölüşmeli ve birlikte omuzlamalı. “Eşe bağımlı olmak” ile “eş ile sağlıklı bağ kurmak” arasındaki farkı iyi gözetmeli. Üstelik eşlerin birbirlerine bağımlı olmaları evlilikteki sevgiyi de zedeliyor. Erich Fromm, Sevme Sanatı adlı kitabında yalnız kalabilme becerisine sahip olmanın, sevginin bir koşulu olduğuna dikkat çekiyor ve şunları söylüyor: “Bir insana kendi kendime yetemediğim için bağlıysam o kişi ancak bir can simidi olabilir. Aradaki bağın sevgiyle hiçbir ilgisi yoktur. Mantığa aykırı görünse de yalnız kalabilme becerisi, sevme becerisinin koşuludur.”
Kadının “Biricik” Konfor Alanı: EV
Sindirella Kompleksi, size son günlerde oldukça popüler olan Bahar dizisini hatırlatmış olabilir. Dr. Cha adlı Kore dizisinden uyarlanan bu yapımda, tıp fakültesini başarıyla tamamladıktan sonra mesleğini bir kenara bırakıp tabiri caizse “evinin kadını, çocuklarının anası” olan başkahramanın, ölümden döndükten sonraki uyanış hikâyesini izliyoruz. Bahar, yıllar sonra mesleğine geri dönmeye karar verse de işler hiç de kolay olmuyor. Bu süreçte korkularıyla yüzleşiyor. Anne, eş ve doktor rolleri arasında bocalıyor. Birinde iyi olmaya çalışırken diğerini berbat ediyor. Defalarca cesareti kırılıyor ama her seferinde yeniden başlıyor. Üstelik eşi ona hiçbir şekilde destek olmazken! Dowling’in yaşadıkları, kurgusal bir karakter olan Bahar’ın hikâyesi ve elbette birçok kadının hayatı bazı noktalarda örtüşüyor. Bu yüzden olmalı ki dizi yayımlandığı günden itibaren büyük bir ilgi gördü. Sosyal medyada hakkında yüzlerce, binlerce yorum yapıldı, yapılıyor. Çoğu kadın, Bahar’da kendinden bir şeyler buluyor. Tıpkı ülkesinden ayrılmak zorunda kalırken mesleğini, tecrübesini de orada bırakan, yurtdışında hayata sıfırdan başlamak zorunda kalan kadınlar gibi.
Bu zorlu süreçte erkekler ve kadınlar elbette farklı yükler yüklendi. Fakat erkekler bir an önce ailenin geçim yükünü omuzlamak için dil öğrenip iş hayatına atılırken, kadınlar ev işleri ve çocukların bakımı ile uğraşıp evlere kök saldı. Nihayet pek çoğu farkında olmadan büyük bir tehlikenin içine düştü: Sindirella Kompleksi. Öncesinde çalışan, sosyal bir hayatı olan, kendi kendine bakma becerisine sahip birçok kadın zamanla, yalnızca temizlik yapan, yemek pişiren, çocuklarıyla ilgilenen bir kadına dönüştü. Dil yeterliliği konusunda da sıkıntılar yaşayınca kendisini konfor alanına; yani eve kapattı. Bu korunaklı sığınak onu zamanla sarıp sarmaladı. Dış hayatın zorlukları ve üstesinden kolaylıkla gelebileceği birçok iş, onu korkutur oldu. Dil öğrenmek, yeniden bir meslek edinmek ya da çalışmaya başlamak onun için adeta bir “uzak ihtimal” hâlini aldı.
Fakat Dowling bu sorunun çözümünü çok yalın bir şekilde sunuyor. “Kadınlar neden bu kadar korkuyor?” diye soruyor önce ve cevap veriyor. “Bu tecrübeyle ilgili bir şeydir. Dışarı çıkıp bir şeyler yapmadığınız sürece sonsuza kadar dünyanın işlerinden korkacaksınız demektir.” Yani Sindrella Kompleksi’nin yazarı özetle; “korkma, harekete geç” diyor.
Mucize Bekleme, Harekete Geç!
Sindirella gibi beyaz atlı bir prens beklemek yahut evde oturup bir mucize ummak yerine harekete geçmeli, gelişime ve dönüşüme açık olmalıyız. Çünkü Psikiyatrist Engin Geçtan’ın, İnsan Olmak’ta dediği gibi, “Çoğu insan, şimdi yapamadığını ileride yapacağı sanısındadır.” Bu yüzden, şimdi şartlar uygun değil bahanesinden sıyrılıp, daha fazla ertelemeden harekete geçmeli. Zira bugün yapamadıklarımızı yarın yapacağımızın garantisi yok. Konfor alanımıza kök saldığımızı ve kendi yeteneklerimizi gerçekleştiremediğimizi fark etmemiz, bazen yüzümüze tokat gibi çarpan hadiseler neticesinde, bazen de içimizde esen rüzgârların fırtınaya dönüşmesi ile başlayabilir. Sonrası ise tıpkı Murakami’nin Sahilde Kafka romanında dediği gibi: “Fırtına dindiğinde nasıl hayatta kaldığını, bunu nasıl atlattığını anlamayacaksın. Aslında, fırtınanın gerçekten dinip dinmediğinden emin olmayacaksın. Yalnız bir şeyden emin olacaksın: Fırtınadan çıktığında fırtınaya giren kişi olmayacaksın artık.”
Erteleme Hastalığı
Ertelemenin altında elbette pek çok neden bulunabilir. Bunlardan biri de mükemmelliyetçilik duygusu. Prof. Dr. Piers Steel, “The Nature of Procrastination: A Meta-Analytic and Theoretical Review of Quintessential Self-Regulatory Failure” makalesinde bu iki durum arasında şöyle bağlantı kuruyor: “Mükemmeliyetçi bireyler, hatalardan kaçınmak için işleri erteleme eğilimindedirler. Bu durum, görevlerin tamamlanmasını ve kişisel gelişimi olumsuz etkiler.” Mükemmeliyetçi eğilimleri olan insanlar kendilerine küçük ve yönetilebilir hedefler belirleyerek, yapacakları işleri parçalara ayırarak ve süreç boyunca ilerlemeyi sürekli olarak değerlendirerek kendilerine olan güvenlerini artırmak suretiyle potansiyellerini ortaya koyabilirler.
Toplumsal Roller Arasında Denge Kurmalı
Bir kadın aynı zamanda hem eş hem evlat hem anne hem de meslek sahibi bir birey olabilir. Tüm bu toplumsal roller, bireylerin toplum içinde üstlendikleri ve toplumsal beklentilere göre şekillenen davranış kalıplarıdır. Bu roller, kişinin ailesinde, iş yerinde, arkadaş çevresinde ve daha geniş toplumsal çevrede nasıl davranması gerektiğini belirler. Aile rolleri (anne rolü, baba rolü, çocuk rolü, eş rolü), mesleki roller (mühendis rolü, kuaför rolü, şoför rolü), cinsiyet rolleri (kadın rolü, erkek rolü) ve kul rolü temel rollere örnek olarak gösterilebilir. İşte bir kadın bütün bu rolleri çoğu zaman aynı anda ve hakkını vererek yerine getirmeye çalışırken bazen bocalar, düşer, kalkar. Özellikle son yıllarda sosyal medyada “en iyi anne benim” yarışı yapılırken, “en romantik eş benimki” gösterileri sergilenirken, “kadınlar kariyer sahibi olmalı” dayatması yapılırken birçok kadın bütün bu yüklerin altında eziliyor ve kendi potansiyelini gerçekleştirmiyor.
“Yoruluyorum; Ama Daha Mutluyum!”
Toplumsal roller arasında bir denge kurabilen birçok kadın var elbette ve hikâyeleri biz kadınlara ilham veriyor. Onlardan birisi de Fatma Hanım. Küçüklüğünden beri çalışmanın hayalini kurarak büyüyen ve bu hayali gerçekleştirmek için liseden itibaren şehir dışında okuyan Fatma Hanım, Türkiye’de bir üniversitede İngilizce okutmanı olarak görev yaparken yedi yıl önce Almanya’ya yerleşiyor. İlk olarak artık yaşayacağı ülkenin dilini öğrenmek istiyor ve harekete geçerek ileri düzeyde Almanca öğreniyor. Daha sonra yüksek lisansa başlasa da akademik personel eksikliği sebebiyle başka bölümlerden ders almak zorunda kalınca bu süreç onun için stresli bir hâl alıyor ve yüksek lisans eğitimini yarıda bırakıyor. Ardından hepimizi farklı şekillerde etkileyen, Korona salgını ortaya çıkıyor ve kendi ifadesiyle “sürekli olarak yemek pişiren ve temizlik yapan bir kadına” dönüşüyor. İkinci çocuğunun dünyaya gelmesiyle üzerine farklı sorumluluklar ekleniyor ve eve daha çok bağlanıyor. Fatma Hanım bu süreci şöyle anlatıyor; “Artık dışarda çalışmak için kendime güvenmiyordum. Bir konfor alanım vardı ve oradan çıkma cesareti gösteremiyordum. Bir taraftan da her geçen gün kendimi daha mutsuz hissetmeye başlamıştım.” Fatma Hanım, bu kendini gerçekleştirememe hâlinden çıkmak için bir adım atmak istiyor ve zor olacağını bilse de yazılım kursu almaya karar veriyor. Altı aydır kursa devam eden Fatma Hanım; “İtiraf edebilirim ki annelik, ev hanımlığı ve eş olma rollerinin yanında bir de öğrenci olmak beni yoruyor. Ama kursa başlamadan öncesine göre daha mutluyum ve bunun ailem üzerindeki pozitif etkilerini görebiliyorum.” diyor.
Fatma Hanım’ın hikâyesi bize roller arasındaki pozitif etkiyi göstermesi bakımından da önemli. Çünkü bireysel gelişimine katkıda bulunan bir işi başardığında mutlu olan kadın, anne ve eş rollerinde de daha başarılı olabiliyor. Anne ve eş rollerini hakkıyla yerine getirdiğini düşündüğünde ise kişisel gelişimi için daha istekli olabiliyor. Bu tıpkı birbirini besleyen bir döngü gibi.
Potansiyelinize Yazık Etmeyin
Buna karşın pek çok kadın da sahip olduğu potansiyelin farkında değil. Yeterli fırsat ve destek olmadığı için başarabileceği birçok şeyden kendini mahrum bırakabiliyor. Bu durum Türkçeye “yazık edilmiş potansiyel” olarak da çevirebileceğimiz “unrealized potential” kavramı ile ifade ediliyor. Kavram özetle; bireylerin veya grupların sahip oldukları yeteneklerin, becerilerin ve kapasitelerin tam olarak kullanılmadığı veya geliştirilmediği durumları ifade ediyor ve çoğunlukla yeterli kaynak, fırsat ve destek bulunamayan hâllerde ya da teşvik eksikliği sebebiyle ortaya çıkıyor.
Yabancı bir ülkede, aile desteği olmadan çocuk yetiştirmenin, kursa gitmenin, eğitim almanın, iş hayatında başarı elde etmenin ve daha birçok şeyin ne kadar zor olduğunu yurtdışında yaşayan birçok insan tecrübe ediyor. Çoğu zaman anneanne, babaanne ve dedelerin desteğine ulaşılamayan bu düzende, birbirine destek olmak, kaynak sunmak ve birbirini teşvik etmek de eşlere düşüyor. Karı koca arasındaki dayanışma işte bu nedenle çok önemli. Nesrin Aras’ın başarı hikâyesi, bu konuda bize çok güzel bir ders veriyor.
“En Büyük Yardımcım Eşim”
Nesrin Hanım, Türkiye’de sivil toplum kuruluşlarında gönüllü olarak görev yapan bir ev hanımıydı. Yedi sene önce Kanada’ya geldiğinde ilk altı ayını evde geçirdikten sonra hemen işe koyuluyor ve İngilizce öğrenmeye başlıyor. Yeni bir dil öğrenmenin kendisini çok zorladığını söyleyen Aras, bu zorlu süreci tamamladıktan sonra, hiç ara vermeden daha önce hiç bilmediği bir alanda eğitim almaya karar veriyor. Sağlık eğitimi aldığı yıllar da en az dil öğrenme süreci kadar zor oluyor elbette. Aras, o günleri anlatırken şu ifadeleri kullanıyor: “Koleje giderken bir ara okumak istemiyorum, okulu bırakacağım dediğim bir dönem oldu. Artık gücümün yetmediğini hissediyordum ve devam etmek istemediğim bir noktaya gelmiştim. Bölüm başkanıyla konuşmaya gittim. Fakat hem bölüm başkanının motive edici konuşması hem de eşimin her konuda bana yardımcı olacağını taahhüt etmesi sayesinde kendimde yeniden enerji buldum ve nihayet bölümden başarıyla mezun oldum.”
Şu an Kanada’nın Kitchener şehrindeki Grand River Hospital’da yardımcı hemşire olarak çalışan Nesrin Hanım, aynı zamanda üç çocuk annesi. En büyük yardımcısı ise eşi Bilal Bey. “Okul dönemi ve çalışma hayatı boyunca eşimin desteğini her zaman en üst seviyede aldım.” diyen Nesrin Hanım, Bilal Bey’in, kendisini okula devam etmesi konusunda teşvik ve ikna etmekten asla vazgeçmediğini söylüyor ve ekliyor: “Eşim hâlâ evde en büyük yardımcım olarak görev yapıyor. Yemekleri hazırlamaktan temizlik yapmaya, çamaşır yıkamaktan çocukların ihtiyaçlarını karşılamaya, ailemizin servis şoförü olarak hizmet vermekten pazar alışverişi yapmaya, misafirlere ikram hazırlamaktan ikramların servis edilmesine kadar hemen her türlü işte bana yardımcı oluyor.”
“Evde İş Bölümü Yapıyoruz”
Eski biyoloji öğretmeni, yeni iş kadını Gülbin Haspolat’ın ilham verici hikâyesi de kadınların kendi potansiyellerini gerçekleştirdiklerinde neler başarabileceklerinin en güzel örneklerinden biri. Gülbin Hanım ve ailesi, sekiz sene önce Kuzey Amerika’ya yerleşiyor. Eşiyle birlikte ahşap oyuncak yapıp satmaya karar verseler de işler tahmin ettikleri kadar kolay olmuyor. Sadece aldıkları aletleri kullanmayı öğrenmek bile bir yıllarını alıyor. Fakat zamanla, işin püf noktalarını öğreniyorlar ve müşterilerin de yol göstermesiyle talep gören ürünler üretmeye başlayarak Engraved Crafts şirketini kuruyorlar. Daha sonra el emeği ürünlerin satıldığı online bir platform olan “Etsy”de mağaza açıyorlar. Bugün el emeği göz nuru ürünleri, sanal satış platformlarının yanı sıra engravedcrafts.com aracılığıyla da dünyanın dört bir yanından alıcı buluyor.
Dört çocuk annesi Gülbin Hanım, anne, eş, iş kadını rolleri arasındaki dengeyi kurmak konusundaki başarısını ise eşinin kendisine desteğiyle sağlayabildiğini belirtiyor. Ebubekir Bey’in kendisine hep çok yardımcı olduğunu ifade eden Haspolat, “Benden çok şey beklemiyor. Biz evde iş bölümü yapıyoruz. Öğrencilik yıllarımızdaki gibi bir nöbet sistemi kurduk. Yemeği de sıraya koyuyoruz. Artık kim ne kadarını yapabilirse. Eşim, bir gün bile ‘Dışarıda yoruldum; evde de çalışamam.’ demedi. Gerektiğinde o da temizlik yaptı. Bana her türlü desteği verdi.” diyerek eşler arasındaki dayanışmanın önemini vurguluyor.
“Duran Bir Gün Devrilir”
Bir kadının zor şartlar altında tek başına neler başarabileceğinin güzel bir örneği de Hülya Hanım. Yaklaşık üç yıl önce iki çocuğu ile birlikte Almanya’ya göç eden Hülya Hanım, Türkiye’de bir şirkette bilgisayar programcısı olarak çalışıyordu. Almanya’ya gelir gelmez Almanca öğrenmeye başladı ve bir yandan da mesleğini bu ülkede de yapabilmek için eğitim alıyor. Aynı zamanda sivil toplum hareketlerinde de aktif olarak rol alan Hülya Hanım, tüm bu yoğun temponun yanında çocuklarına hem annelik hem de babalık yapıyor. “Allah yardım ettiği sürece durmayacağım. Çünkü biliyorum ki, duran bir gün devrilir.” diyen Hülya Hanım, her günün kendisi için yeni bir umut olduğunu söylüyor. Yeni bir ülkede sıfırdan bir hayat kurarken eşi yanında olamasa da gücünü eşinden aldığını vurgulayan Hülya Hanım, “Eşim gelene kadar oğlum ve kızımla en iyi versiyonumuza ulaşma gayretim var.” diyor.
Büyük Engel: Kendini Sabote Etmek
Çevresinden destek ve teşvik gördüğü hâlde henüz harekete geçemeyen kadınların sayısı da oldukça fazla. Bu durumdaki kadınların zihinlerindeki engellerden biri ise “kendini sabote etmek”. Dr. Joseph Burgo, Why Do I Do That? kitabında, kendini sabote etme davranışlarının genellikle “içsel bir eleştirmen”in varlığından kaynaklandığını dile getiriyor. Ona göre, bu içsel eleştirmen, kişinin kendine yönelik olumsuz inançlarını sürekli olarak tekrarlar ve bu da bireyi başarıya ulaşmaktan alıkoyar. Burgo, ayrıca kendini sabote etme eğiliminin, çoğu zaman farkında olmadığımız, kökleri çocukluğa dayanan ve kendimize dair olumsuz inanç sistemlerinden kaynaklandığını söylüyor. Ona göre bu inançlar bizi, başarısız olacağımıza veya başarıyı hak etmediğimize ikna eder. Böylece hata yapma riskini bile göze alamayız. Çünkü Eric Hoffer’ın Kesin İnançlılar’da dediği gibi: “Çevreleri tarafından korkutulmuş kişiler, durumları ne kadar perişan olursa olsun değişimi düşünmezler.”
Hayat biçimimiz fazlasıyla kırılgansa ve bundan dolayı varoluşumuzun koşullarını kontrol edemediğimiz aşikârsa, müspet ve aşina olana sıkı sıkıya tutunma eğilimi gösteririz.
Kendini Sabote Etme Eğiliminden Nasıl Kurtuluruz?
Dr. Joseph Burgo, kendini sabote etme eğilimiyle başa çıkma konusunda şu çözüm yollarını öneriyor:
- Farkındalık geliştirin:
Kendinizi sabote eden düşüncelerin ve davranışların farkına varın. Bu süreçte, ne zaman ve neden bu tür düşüncelerin ortaya çıktığını keşfedin.
- İçsel eleştirmeninizi sorgulayın:
İçsel eleştirmenin ortaya çıkardığı olumsuz düşüncelerin gerçekçi olup olmadığını sorgulayın. Duygusal tepkilerinizin ve tetikleyicilerinizin farkına varın.
- Olumlu yönlerinizi düşünün:
Negatif içsel diyalog yerine, kendinizi destekleyici ve güçlendirici ifadeler kullanın. Kendinize karşı daha anlayışlı ve destekleyici olmak, özgüveninizin artmasına yardımcı olur.
- Duygusal regülasyon becerileri geliştirin:
Burgo, duygusal zorluklarla başa çıkabilmek için farkındalık ve meditasyon gibi tekniklerin kullanılmasını öneriyor.
- Duygusal dayanıklılık geliştirin:
Zor durumlarla başa çıkma konusunda dayanıklılığınızı artırın. Stresle başa çıkma teknikleri ve zorluklara karşı koyma stratejileri geliştirin.
- Sağlıklı ilişkiler kurun:
İlişkilerinizde sağlıklı sınırlar belirleyin ve karşılıklı destekleyici, pozitif ilişkiler kurmaya özen gösterin.
- Profesyonel destek alın:
Terapi, iç görü kazanmanıza ve bu durumla daha sağlıklı başa çıkmanıza yardımcı olur. Özellikle de kendini sabote etme eğilimlerini aşmada önemli bir adım olabilir.