Günahlardan Arınma Beratı

Şaban ayının on beşinci gecesini “Berat Kandili” olarak kutlarız. Bu gecenin berat adını almasının nedeni Allah’ın affına mazhar olma, omzumuzdaki günah yükünden kurtulma ümididir. Berat, sözlükte imtiyaz, izin için verilen belge anlamıyla geçer. “Berâet” kelimesinden gelmektedir. Bu sözcüğün anlamı ise iki şey arasında bağlantı bulunmaması, yükümlülükten kurtulmaktır. Günlük hayatta da bir hukuk terimi olan beraatı “aklanma” anlamında kullanırız. Bu gece için eski eserlerde “mübarek gece”, “rahmet gecesi” ve “sak gecesi” gibi karşılıklar kullanılmıştır. Efendimiz (as) bir hadislerinde “Allah Teâlâ şaban’ın on beşinci gecesi dünya semasında tecelli eder ve Kelb kabilesi koyunlarının kıllarının sayısından daha fazla kişiyi bağışlar.” buyurmuştur.

Kur’an ve Berat Gecesi

Kitaplarda bu gece gerçekleşen bazı önemli hadiselerden de bahsedilmiştir. Mesela bazı âlimler kıblenin Mescid-i Aksâ’dan Kâbe’ye hicretin ikinci yılında berat gecesinde çevrildiğini ifade ederler. Yine bazılarına göre Duhan Sûresi’nde Kur’an’ın “mübarek bir gecede” indirildiği söylenirken kastedilen gece berat gecesidir. Gerçi çoğunluğa göre burada kastedilen gece “Kadir Gecesidir”. Çünkü başka ayetlerde Kur’an’ın ramazan ayında ve Kadir Gecesi’nde indirildiği bildirilmiştir. Bu görüşü savunanlar, Kur’an’ın tamamının Berat gecesi levh-i mahfuzdan dünya göğüne indiğini, Kadir Gecesi’nde ise ayetlerin Efendimize (as) nazil olmaya başladığını söylemektedirler. Allame Elmalılı Hamdi Yazır gibi müfessirler de bu görüşü benimsemişlerdir.

Kutsal Çekirdek

Bediüzzaman Hazretleri Afyon Hapishanesi’nde, kendisi gibi hapishanede olan ama görüşmelerine izin verilmeyen talebelerine gönderdiği bir notta Berat Gecesiyle ilgili şunları söylemiştir:

“Aziz, Sıddık Kardeşlerim, Bu Medrese-i Yusufiyede Ders Arkadaşlarım!

Bu gelen gece olan Leyle-i Berat, bütün senede bir kudsî çekirdek hükmünde ve mukadderat-ı beşeriyenin programı nev’inden olması cihetiyle, Leyle-i Kadr’in kudsiyetindedir.
Her bir hasenenin Leyle-i Kadir’de otuz bin olduğu gibi, bu Leyle-i Berat’ta her bir amel-i salihin ve her bir harf-i Kur’ân’ın sevabı yirmi bine çıkar. Sair vakitte on ise, şuhur-u selâsede yüze ve bine çıkar. Ve bu kudsî leyâli-i meşhurede, on binler, yirmi bin veya otuz binlere çıkar.

Bu geceler elli senelik bir ibadet hükmüne geçebilir. Onun için elden geldiği kadar Kur’ân’la ve istiğfar ve salâvatla meşgul olmak büyük bir kârdır.

İz Bırakan Şahsiyetler
Niyâzî-i Mısrî

Şeyh Mısrî, 9 Mart 1618’de Malatya’nın şimdiki adı Soğanlı olan Aspozi kasabasında dünyaya geldi. Asıl adı Mehmet’tir. Hakikat arayışında şehirden şehre gezerken bir süre Mısır’da ilim tahsil etti. Mısrî ismi oradan hatıra kaldı. Şiirlerinde Mısrî ile birlikte Niyâzî mahlasını da kullandı. Bir rivayete göre ilahilerinden gündüz ilham olunanlarda Mısrî, gece ilham olunanlarda Niyâzî mahlasını kullanmıştır. Niyâzî-i Mısrî, Şeyh Mısrî gibi adlarla tanınır.

Babası Ali Çelebi Nakşi idi. Oğlunun da kendi şeyhine bağlanmasını arzu ediyordu. Niyâzî babasının bu isteğine uymayarak Malatya’daki Halveti şeyhi Hüseyin Efendi’ye intisap etti. Şeyhi kısa süre sonra vefat edince, genç Mehmet de hakikat arayışıyla Diyarbakır’a, sonra Mardin’e geçti. Buralarda ilim tahsil etti. Sonra Kerbela, Bağdat ve nihayet Kahire’ye gitti.

Nefis Terbiyecisi Kalp Kalaycısı

Mısır’da bulunduğu sırada Câmiu’l-Ezher’de tahsiline devam etti. Gördüğü bir rüyanın etkisiyle Mısır’dan ayrılıp Arabistan ve Anadolu’nun değişik yerlerini ziyaret etti.

Rüyasında bir aynanın karşısındaydı. Aynadan kudurmuş bir köpek kendisine saldırıyordu. Sonra nurani bir zat gülümseyerek gelip o köpeği zincire vurdu. Bu köpeğin nefis anlamına geldiğini anlamıştı. Kendisini kurtaran şahsın Ümmî Sinan olduğunu ise yıllar sonra anlayacaktı. Orada bir Kadiri şeyhine intisap etti. Üç yıl kadar sonra başka bir işaretle Anadolu’ya geçmesi gerektiğini anladı. 1646’da İstanbul’a geldi. Bundan sonra Mısrî adıyla anıldı. İstanbul’da fazla kalmadı. Bursa’ya, sonra da Uşak’a geçti. Uşak’ta Ümmî Sinan’ın halifesi Şeyh Mehmed Efendi’nin tekkesinde kaldı.

Bursa’dayken rüyada bir güğüm kalaylatmak istediğini, kalaycının “Güğümün dışını herkes kalaylayabilir, asıl hüner içini kalaylamaktır.” dediğini, kendisinin de tasdik ettiğini görmüştü.

Mısrî Uşak’tayken Ümmi Sinan, Mehmet Efendi’yi ziyarete geldi. Daha tekkeye girer girmez, yeni gelen dervişi sordu. “Mehmet Efendi, hizmetinde Mısrî Mehmet adlı derviş varmış, bize getir.” dedi. Mehmet Efendi, “Evet sultanım! Huzurunuza takdim edilmek üzere bizde emanettir.” diye cevap verdi.

Mısrî daha huzura girer girmez Mısır’da gördüğü nurani zatın ve Bursa’daki rüyasında gördüğü kalaycının bu zat olduğunu anladı. 1647’de Elmalı’ya şeyhi Ümmî Sinan’ın yanına gitti. Artık aradığını bulmuştu!

Elmalı’da uzun süre şeyhinin gözetiminde nefis terbiyesiyle uğraştı. Bir ara Malatya’ya ziyarete gidip geri döndü. 1655’te şeyhinin halifesi oldu.

Uşak, Kütahya ve Çal gibi yerlerde irşat göreviyle bulundu. Ümmî Sinan’ın vefatından sonra Uşak’a döndü. Oradan da Bursa’ya geçti. Bursa’da ünü yayılmaya başladı; hatta saraya kadar ulaştı. Sarayın davetiyle Edirne’ye gitti, İstanbul’a geçti, sonra tekrar Bursa’ya döndü.

Sürgünde Bir Veli

Bazı söylemlerinden rahatsızlık duyanların etkisiyle Rodos’a sürgün edildi. Aslında eskiden beri medrese âlimleriyle tarikat ehli arasında bazı anlaşmazlıklar oluyordu. Zikir ve devran gibi toplantılar, zaman zaman din dışı kabul edilip yasaklanıyordu. Yine bu tartışmalar, saldırılar alevlenmişti.

Dokuz ay Rodos’ta kalıp Bursa’ya döndü ama bu sefer de halkın ve medrese hocalarının anlamakta zorlandıkları görüşleri nedeniyle Limni Adası’na sürüldü. Oldukça sıkıntılı süren bu sürgün hayatı on beş yıl sürdü.

Sürgün dönüşü Bursa’ya geldi. Padişah sefere çıkarken şeyh de müritleriyle onlara katılmak istedi. Bazı düşmanlarının etkisiyle padişah şeyhin bu hareketinden işkillenmişti.

Ayağı Bukağılı Bir Gönül Sultanı

Şeyh, Selimiye Camii’ne girince halk etrafı doldurmuştu. Bu kalabalıktan ve şeyhin gördüğü teveccühten çekinen sadrazam, Mısrî’nin derhâl tutuklanıp sürgüne gönderilmesi gerektiğini söyledi. Padişahı aksi hâlde karışıklık çıkacağına inandırıp ferman aldı.

Pir buna gücendi, ayağına bukağı vurulup apar topar sürgüne gönderilirken “Osmanlı’nın çöküşü için dördüncü kat semaya bir kazık çaktım, bu kazığı benden başka kimse çıkaramaz.” dedi.

Tekrar Limni’ye sürgüne gönderilen ihtiyar şeyh, artık 78 yaşındaydı. Sağlığı iyi değildi ve devletine kırgındı. Bu son sürgününde uzun süre yaşamadı. Limni’de vefat ettiği yere defnedildi. Vefatında ayağı hâlâ bukağılıydı. Vasiyeti üzerine ayağında bukağısı ile defnedildi. Niyazi-i Mısrî’nin Türkçe ve Arapça kaleme aldığı çok sayıda eseri vardır.

Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı
Ben beni terk eyledim gördüm ki ağyar kalmadı

Cümle eşyada görürdüm hâr var gülzâr yok
Hep gülistan oldu âlem şimdi hiç hâr kalmadı

Gece gündüz zâr u efgân eyleyip inlerdi dil
Bilmezem n’oldu kesildi âh ile zâr kalmadı

Gitti kesret geldi vahdet oldu halvet dost ile
Hep Hak oldu cümle âlem şehr ü bâzâr kalmadı

Din diyanet âdet ü şöhret kamu vardı yele
Ey Niyazî n’oldu sende kayd-ı dindâr kalmadı

Sözlük:
ağyâr: başkalar, yabancı;
eşya: nesneler;
hâr: diken ;
gülzâr: çiçek bahçesi;
zâr u efgân eylemek: ağlayıp inlemek;
kesret: çokluk;
vahdet: birlik;
halvet: baş başa kalma;
kamu: hepsi;
kayd: bağ

Not Defteri

Şaban Oruçları

Hz. Peygamber (as) şaban ayının büyük kısmını oruçlu geçirirdi. Efendimiz, “İnsanların değerini bilemedikleri bu ayda ameller Allah’a arzedilir; ben amellerimin oruçlu iken Allah’a arzedilmesini arzu ediyor ve bu ayda oruç tutuyorum” buyurmuş (Müsned, V, 201; Nesâî, “Savm”, 70), ramazan dışındaki en faziletli orucun şâbanda tutulan oruç olduğunu ifade etmiştir (Tirmizî, “Zekât”, 28). Yine başka bir hadislerinde ramazan dışında en faziletli orucun şaban ayında tutulan oruç olduğunu bildirmiştir. Dolayısıyla Şaban ayında oruç tutmak çok değerli bir ibadettir. Yalnız şuna da dikkat edilmelidir ki, Peygamber Efendimiz ramazan dışında hiçbir ayın tamamını oruçlu geçirmemiştir. Onun için âlimler özellikle Ramazana yorgun ve şevksiz girmeye sebep olabileceği için Şaban ayının tamamını oruçlu geçirmeyi hoş görmemişler, mekruh olduğunu söylemişlerdir.

Bir Rivayet

Rivayete göre Hz. Peygamber, “Şâbanın ortasında gece ibadet ediniz, gündüz oruç tutunuz. Allah o gece güneşin batmasıyla dünya semasında tecelli eder ve fecir doğana kadar, ‘Yok mu benden af isteyen onu affedeyim, yok mu benden rızık isteyen ona rızık vereyim, yok mu bir musibete uğrayan ona âfiyet vereyim, yok mu şöyle, yok mu böyle!’ der” buyurmuştur (İbn Mâce, “İkâmetü’s-salât”, 191). Ancak eserlerinde bu hadislere yer veren Tirmizî ve İbn Mâce, bunların sened yönünden zayıf olduğuna da işaret etmektedirler.

Haber bültenine abone olun.

En son haberler, teklifler ve özel duyurulardan haberdar olmak için.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu yazınız
Lütfen isminizi yazın

Bu hafta en çok okunanlar