En masum sevgidir bir annenin çocuğuna olan muhabbeti. Yıllarca aradım ben bunu. Evladımı kucağıma alabilmek için senelerce beklemem gerekti. Tatmadım diyemem; ama çok kısa sürdü. Çocuklarım ya doğmadan vefat ettiler ya da doğduktan kısa bir süre sonra. Sonra oğlum doğdu. Ebrehe’nin ordusunu toplayıp geldiği, Kâbe’yi yıkmaya ant içip helaketine sürüklendiği günden üç yıl sonraydı. İçimde korkular, heyecanlar ve endişeler vardı. Sevincimin kursağımda kalmasından korkuyordum. Kâbe’ye yöneldim ve “Allah’ım! Bu çocuğumu ölümden azat edip bana bağışla.” diyerek yalvardım. Duamda “atîk” dediğim için oğlum daha sonra bu isimle anıldı.
Allah oğlumu bana bağışladı. Nihayetinde evlat sevgisini sonuna kadar yaşadım.Oğlum kırklarına gelirken ihtiyarlık emareleri bedenimi çoktan sarmıştı. Kocamın gözleri görmüyordu ama başımızdaydı. Son zamanlarda duyduğum bazı söylentiler beni çok rahatsız ediyordu. Yalandır, iftiradır, çekememezliktir dedim; ama oğlumdaki değişiklik gözümden kaçmıyordu. Doğumundan sonraki gibi bir acı kaplamıştı benliğimi.
Bir gün yüzü gözü kanlar içinde adeta bir ceset gibi eve getirdiler oğlumu. Öldü diye getirmişlerdi akrabalarım. İlk şoku atlatınca kana bulanmış yüzünü, seyrek sakalını okşadım. Baygındı. Ne bir inilti ne bir ah. Sadece cılız bir nefes ve yaralı bir beden. Nihayet kendine geldiğinde bizi hayretler içinde bırakan o tek cümle döküldü dudaklarından: “Resûlullah iyi mi?”
Kızdım. Üzüldüm. Kırıldım. Kendi hâline bakmıyor kalkıp başkasını soruyordu. Nasıl bir şeye bulaşmıştı? Demek ki söylentiler büsbütün asılsız değildi. Kendisine bir şeyler yedirmeye çalışırken aynı soruyu yineledi. “Bilmiyorum!” deyince ısrar etti. Cevabı almadan ağzına tek bir lokma koymayacağını söyleyince kollarım iki yana düşüverdi. Ömer’in kız kardeşine gitmemi ve durumu öğrenmeni istiyordu. Onu bu hâlde görmek beni kahrediyordu. Kalktım gittim, soruyu ona sordum. Fatıma’nın gözlerinde tereddüt vardı. Haklıydı. Mekke’nin ileri gelenlerinin köşe bucak Muhammed’i aradıklarını ve öldürme yeminler ettiklerini biliyordum. Fatıma bana “Ben ne senin oğlunu ne de Muhammed’i tanırım; fakat istersen oğlunun yanına gelebilirim.” dedi. Hemen kabul ettim.
Bir an bile oğlumun yanından ayrılmıyordum. Yavrum aynı soruyu ona da yöneltti. Fatıma gözleriyle beni işaret ediyordu. Evladım o an beni şaşırtan ve aynı zamanda çok mutlu eden bir şey söyledi. Benden dolayı endişelenmesi gerekmiyordu Fatıma’nın! Arkadaşının iyi olduğunu duyunca rahatladı. Gece karanlığında kollarına girip onu gizlice Dârülerkam’a götürdük. Takip edilmeyi göze alamazdık. Arkadaşını da dövmüşlerdi. Kendi acısını unutup onu teselli ediyordu oğlum. Beni işaret ederek “Annem Ümmü’l-Hayr. Lütfen onu da Allah yolunda çağır ve ona dua et. Belki senin duanın bereketiyle Allah onu cehennem ateşinden kurtarır.” dedi. O acılı hâlinde bile benim iyiliğimi düşünüyordu. Kalbim onun ve arkadaşının sevgisiyle doldu.
Az sonra o yüce eller semaya kalktı. Adım geçiyordu duada. İçimde karşı konulmaz bir arzu vardı. Beni neye davet etse cevabım “evet” olacaktı. Oldu da! Hemen oracıkta şehadet getirdim. Oğlum şimdi sevinçten ağlıyordu.
Ben Ümmü’l-Hayr bint Sahr. el-atîk, es-sıddîk, zü’l-hilâl, şeyhülislam ve evvâh lakapları ile tanınan Ebû Bekir’in annesiyim. Hazreti Peygamber’in “Sen, Allah’ın cehennemden azat ettiği kimsesin.” dediği Atîk’in annesi. Cennetle müjdelenen; hicret ve mağara arkadaşı Abdullah’ın annesiyim. Dünyadaki en bahtiyar annelerden biriyim!