FATMA SALMANOĞLU
Kapıyı kapadı. Kilidi çevirdi. Biraz olsun kafasını dinlemek, baş ağrısını hafifletmek istiyordu. Aynaya baktı. Kireç gibiydi yüzü. Eskiden yele gibi görünen saçları ne kadar da dökülmüştü.Bu sabah uzun zamandır görüşmediği berberi bile belli etmek istemiyordu ancak saçlarını keserken şaşkınlığını gizleyememişti. Müşterisinin aynadan ona doğru baktığını anlayan berber şaşkınlığına çeki düzen verse de o sanki hastalığını savunurcasına ‘Yaşlılık…’ diyebilmişti. Yaşlanmıştı evet, yalan değildi. Fakat nasıl bu kadar hızlı olmuştu? Halbuki daha 43 yaşındaydı. İnsanların öylesine söylediği sözler bile incitir olmuştu. ‘İnsan içine karışmamalı.’ diyordu. Belli ki düş kırıklıkları hastalığını arttırıyordu.
Doktorun verdiği mühlet yavaş yavaş bitiyordu ve çevresindeki herkesin telaşlı bakışları ‘Bugün, o gün mü acaba?’ dedirtiyordu. Doktorun verdiği mühletle kaderin mühleti birbirini tutacak mıydı?
ÖLÜMÜ BEKLEMEK!
Bugün, o gün müydü gerçekten? Olabilirdi. Uzun zamandır bekliyordu ölümü. Öleceğini hiç düşünmeyen ve o günün hiçbir zaman gelmeyeceğini sanan bedbahtlardan değildi. Öleceğini uzun zamandır bilmek adeta onu bir dervişe dönüştürmüştü. Günlük kaygılardan kurtulmuştu. Çevresine karşı sevgi ve ilgi doluydu. Ömrü zaten hastalıklarla geçmişti. Hep zayıftı vücudu.
Peki, neden bu ölümcül hastalığa yakalanmıştı? Neden beyin tümörü? Neden? Kalıtsal bir hastalık mıydı? Yoksa çok okumaktan, çok düşünmekten ve çok yazmaktan mı? Tanıdığı herkesten daha çok kitap okumuştu. Liseyi bitirdiğinde Milli Eğitim Bakanlığının çevirdiği tüm klasikleri bitirmişti. Okumadığı yazar, bilmediği kitap yok gibiydi.
Fakat bir keresinde, ‘Okumak, manavın beni kandırmasına engel olamadı.’ diye yakınmıştı yakın çevresine…
KAPIDAN UZAKLAŞMAYAN AZRAİL!
Kapının önünde tıkırtılar… Çalsak mı? diye birbirlerine sorarlar… ‘Sevinmeyin! Daha ölmedim!’ der büyük yazar Oğuz Atay. Kapı önündekiler gülüşerek ve ferahlamış bir şekilde uzaklaşırlar. Uzaklaşmayan bir tek Azrail’dir. Atay dakikalar sonra ruhunu Hakk’a teslim eder. Bu devasa beyin kendini kapattığı banyoda, kafasındaki urun varlığına daha fazla dayanamamış ve oracıkta can vermiştir.
KALP KIRIKLARININ İCABINA BAKMALI
Bilim insanları, bütün hastalıkların temelinde stresin yattığını söylüyor ya, acaba Kafka gibi bir yazarın 41, Keats gibi bir şairin 26, Mozart gibi bir dahi müzisyenin 35 yaşında ölmesinin bununla bir ilgisi var mıdır?
Hassas insanlar için cehenneme dönüşen bu dünyada artık akıl ve beden sağlığımızı korumak oldukça güçleşti. Son zamanlarda ciddi hastalıklara yakalanan tanıdıklarımızın haberlerini sıkça almaya başladık. Sanırım çekilen acılar, duyulan öfkeler, derinlerde yatan kin ve nefret, şimdi şimdi kendini hastalık olarak yüzeye çıkartıyor.
Bastırılmış kırgınlıklar, üzüntüler ve öfkelerimizle yüzleşmedikçe, kalp kırıklarımızın icabına bakmadıkça, bedenimizin de bu hayat yolunda erkenden yenik düşeceğini ön görmek gerekiyor.
AFFEDEREK ÖZGÜRLEŞMEK!
Peki, bir çare yok mu? Uzmanlar buna bir kelime ile cevap veriyor: affedin. Buradaki önemli nokta, tavsiyenin ‘unutun’ değil, ‘affedin’ olması. İstemesek de unutamayacağımız olaylarla karşılaşmış olabiliriz. Ama affederek sırtımızdaki yükü artık yere bırakmış ve özgürleşmiş oluyoruz. Affederek, unutmuş değil belki de incinen bütün duygularımızı onarmış oluyoruz.
Oğuz Atay da bunu deneseydi, her şey çok başka türlü olabilirdi.