Elif Nesibe Temiz
Muhasebe yapmaz, işe kendimizden başlamazsak; zamanımız, mekânımız, olay örgümüz değişse de hayatımızın orta yerinde duran zulüm hikâyesi değişmiyor. Biz istemesek de kâh zalimlik kâh mazlumluk kaderimiz oluyor. Anne, baba, evlat; işçi, işveren; eş, dost, arkadaş hangi konumda olursak olalım, adaletsizlik yapma riskimiz de haksızlığa uğrama ihtimalimiz de artıyor. Yaşadıklarımızı muhasebe ederken sınıfta kalınca da yürüdüğümüz yollar boşa gidiyor, yitirdiklerimiz israf oluyor.
O hâlde ne yapmalı? Bence hemen ve her zamankinden daha çok aynaya bakmalı; muhasebeye en yakınımızdan, yani kendimizden başlamalı! Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Bakara suresinin 114. ayetini tefsir ederken “zulüm” kelimesinin “bir şeyi kendi yerinden başka bir yere koyma, başka bir yerde kullanma” anlamına dikkat çektikten sonra şöyle devam ediyor: “Demek ki, bir şey layık olduğu yerinden ne kadar uzaklaştırılırsa o kadar haksızlık, o kadar zulüm yapılmış olur. O şey ne kadar yüce ve ne kadar kutsal ise zulüm de o ölçüde aşırı gitmiş olur.”
Yazır, zulüm kavramını “kötülük”, “haksızlık”, “eziyet” ve “cefa” gibi akla hemen geliveren karşılıklarla sınırlandırmıyor. Zulmün de zalimin de anlamını genişletiyor. Bakış açınız değişince bugüne kadar defalarca okuduğunuz bir ayette geçen ve hiç üstünüze alınmadığınız bir kavram, bir anda üstünüze yıkılıveriyor; altında kalıyorsunuz. Adaletsizliğe uğradığınız, haksız bedeller ödediğiniz, dolayısıyla mazlum olduğunuz dünya, bir anda değişiyor. Aynı manzaraya farklı bir açıdan, bu kez zulüm ve zalim penceresinden şahit oluyorsunuz.
Gecenin ve Denizin Karanlığına Rağmen
Bir meal cümlesiyle açılan bu derin pencere, yüreğinizi sıktıkça sıkıyor. Elbette nefsiniz de boş durmuyor: “Onca haksızlığa uğradın; mazlumsun sen. Sana mı kaldı zalimlik!” diye pışpışlıyor kendisini. Nice sonra, balığın karnında “Gerçekten ben (nefsine) zulmedenlerden oldum.” diyerek dua eden Yûnus peygamberi hatırlıyorsunuz.
Bulunması gereken yerde bulunmadığı için; istediği değil, Allah’ın takdir ettiği yerde kendisini buluveren o yüce insanı. Sonra, zulüm kelimesinin sözlük karşılıklarını, kendi yapıp ettiklerinizde aramaya başlıyorsunuz. Zalim olma ihtimali, mazlum rolünü adeta kimlik hâline getirdiğimiz iç dünyanızda, ürperten bir muhasebe başlatıyor. Bu muhasebede ilk cümleniz, “Kader adalet eder!” oluyor. Koordinatlarını sırat üzere belirleyemeyen insanın rotasını, Allah sebepler perdesiyle bir güzel çiziveriyor. Öyle suhuletle değil; tercih edemediklerinize mecbur bırakarak, korkularınızla yüzleştirerek, aklınıza hayalinize gelmeyen işleri başınıza getirerek sâhil-i selâmete ulaştırıyor sizi. Kendinizi doğru yere konumlandırmaz, nefsinize zulmederseniz; rabbiniz sizi bulunmanız gereken aydınlığa yerleştiriveriyor. Gecenin, denizin ve balığın karanlığına rağmen.
Zalim Olarak Doğmadık…
Böylece, değerinin farkında olmayan ya da kabiliyetlerini inkişaf ettirmeyen insanın da “kendine zulmedenler”den olabileceği, su yüzüne çıkıyor. Aynı şekilde, sevdiklerine kıymet vermeyen, muhataplarına hak ettikleri şekilde davranmayanların, ezcümle; başta nefsi ve bedeni olmak üzere, kendisine verilen emanetlerde emin olamayanların…
Hiçbirimiz zalim olarak doğmadık; bununla birlikte zulme bulaşmadan ruhumuzu teslim edeceğimizi öngörmek, oldukça güç. Bu büyük başarı, salih kullardan başkasına kolay kolay nasip olmuyor sanki. Zira “iyi” olma yolunda başkalarına kötülük etmemeye ve bencillikten uzak durmaya gayret gösteren insan, iş kendisine geldiğinde sınıfta kalabiliyor. Elindeki nimetleri pervasızca harcayabiliyor. Nefsi söz konusu olduğunda, helallik alacak bir başkası olmadığı için, “Nasılsa kimsenin hakkına girmiyorum…” diye düşünüp vekilinin Allah olduğunu unutabiliyor. Gün gelip özüyle muhatap olacağının ve üzerindeki hakları dağıtmaya kendinden başlayacağının farkına varamıyor. Bencillik ile konumunun hakkını vermemeyi birbirine karıştırıyor. Otoportresini çizmeyi, ruhunun anatomisini çıkarmayı, zatı üzerine tefekkürü; kendi nefsini başkalarına tercih etmekle ya da şahsına hayran olmakla bir tutuyor.
Kimileri, bu gerçeği, varmaları gereken hedeften fersah fersah uzaklaştığında anlarken kimileri de bu ayrımın farkına dahi varamadan göçüp gidiyor. Alametifarikamız olan “düşünme becerisi”nin, en hafif tabirle “melankoli”ye ya da “depresyon”a yorulduğu bir dünyada, aksini hayal etmek de safdillilik oluyor.
Peki Ya Sonra?
Odağını, “uğradığı zulüm”den kendi nefsini ya da kardeşininkini “uğrattığı zulüm”e çevirmek, hiç de kolay değil. Kanayan ağır yaralarına rağmen geçmiş hesaplara takılan; muhatabının hayat mücadelesine vefayla olsun karşılık veremeyen; haksız yere elinden alınanların bakiyesini kardeşiyle paylaşamayan; kaybettiği statülere, mevki ve pozisyonlara, ast-üst ilişkilerine saplanıp kalan; sağına ve soluna bakmadan “Ben varım!” diyerek varlığını hissettiremeyenler, kınadıkları insanlara dönüştüklerini fark edemiyor.
Peki sonra ne oluyor? “Asla!” dediklerine kendi çapında ortak olmaya başlayan insan, mazlumluk rolündeki inandırıcılığını yitiriyor. Çünkü hakkı savunuyoruz derken hakkı çiğnediğimizde; dudaklarımızdan saf, temiz, menfaatsiz cümleler dökülse hatta söylediklerimiz hakikatin ta kendisi olsa da kimse söylediklerimize inanmıyor. Dahası, bu durum muhataplarımız tarafından “mağdur edebiyatı yapmak” olarak algılanıyor. Başkalarına tesir etmek şöyle dursun, bizim bu zalim/mazlum ikilemimiz yüzünden, gerçek mağdurların acısı bile görünmez oluyor.
Hasılı, Ebrehe’ye, Kâbe’yi yerle bir etmek üzere yola çıktığı için kızmak, “Nasıl da haddini aşmış! Allah da dersini vermiş.” demek kolay. Kırıp dökeceğimizi bile bile her gün sevdiklerimizin kalplerine doğru yola çıkarken biz ne yapıyoruz? Yakıp yıktığımız gönül kâbelerinin sahibi de aynı Allah değil mi? Fil suresini okurken içimizi, Ebrehe olmamakla ferahlatıyoruz; ama bazen fil kadar büyüttüğümüz nefislerimizle yıktığımız gönüllerin üzerine yürürken ona ne kadar da çok benziyoruz!