Elif Nesibe Temiz
Can Kazaz’ın Kendi Hâlimde parçasında, en meşhur iletişim özrümüzün özetini buldum: “Duymaz sağır, uydur bağır!” Bu dört kelime, işitmeyi istemediğimizde nasıl da kolayca sağırlığı tercih ettiğimizi kısa ve öz bir biçimde anlatıyor. Ya da boğazımızı patlatırcasına konuştuğumuzu zannederken; aslında sesimizi kendimize bile duyuramadığımızı. Diğerleri tarafından işitilmek için daha yüksek sesle bağırışımızı. Başkalarını sağırlıkla suçlarken kendine yabancılaşan garipliğimizi. Mücadele ediyorum derken, mecalsiz kalıp oturduğumuz yerden kalkamayışımızı. Alametifarikamız olan idealizmi, sıkıcı bir dinginliğe tercih edişimizi. “Düşmüş olsam kaldırırlardı; demek ki düşmemişim.” cümlelerinde kendini bulan terk edilişimizi. Dost kelimesinin anlamını hem madden hem de manen kaybederken, dost bildiklerimizin cenaze namazını bile kılmak istemeyişimizi. Güvenli bağlandıklarımızdan bile güvensizlikle kopabildiğimizi. Büyük bir kalabalığa koro hâlinde şarkı söylediğimizi sanırken yanan ışıklarla sahnede yapayalnız ve mikrofonsuz olduğumuzu fark edişimizi. Konuşsak da anlaşılamayacağımız ortamlarda, kelimelerimizi birer birer yutuşumuzu.
Duymanın Ötesinde “Duyabilmek”
Keşke işitmek, kaynakla alıcı arasındaki mesafe ile doğru orantılı olsaydı. Kaynağın ses kalitesine, mikrofonun özelliğine, alıcının titreşim kabiliyetine bağlı olmasaydı duyabilme ve duyurabilme potansiyelimiz. O zaman bu kadar acıtmazdı yüreğimizi bu teknik detaylar.