Elif Nesibe Temiz
Can Kazaz’ın Kendi Hâlimde parçasında, en meşhur iletişim özrümüzün özetini buldum: “Duymaz sağır, uydur bağır!” Bu dört kelime, işitmeyi istemediğimizde nasıl da kolayca sağırlığı tercih ettiğimizi kısa ve öz bir biçimde anlatıyor. Ya da boğazımızı patlatırcasına konuştuğumuzu zannederken; aslında sesimizi kendimize bile duyuramadığımızı. Diğerleri tarafından işitilmek için daha yüksek sesle bağırışımızı. Başkalarını sağırlıkla suçlarken kendine yabancılaşan garipliğimizi. Mücadele ediyorum derken, mecalsiz kalıp oturduğumuz yerden kalkamayışımızı. Alametifarikamız olan idealizmi, sıkıcı bir dinginliğe tercih edişimizi. “Düşmüş olsam kaldırırlardı; demek ki düşmemişim.” cümlelerinde kendini bulan terk edilişimizi. Dost kelimesinin anlamını hem madden hem de manen kaybederken, dost bildiklerimizin cenaze namazını bile kılmak istemeyişimizi. Güvenli bağlandıklarımızdan bile güvensizlikle kopabildiğimizi. Büyük bir kalabalığa koro hâlinde şarkı söylediğimizi sanırken yanan ışıklarla sahnede yapayalnız ve mikrofonsuz olduğumuzu fark edişimizi. Konuşsak da anlaşılamayacağımız ortamlarda, kelimelerimizi birer birer yutuşumuzu.
Duymanın Ötesinde “Duyabilmek”
Keşke işitmek, kaynakla alıcı arasındaki mesafe ile doğru orantılı olsaydı. Kaynağın ses kalitesine, mikrofonun özelliğine, alıcının titreşim kabiliyetine bağlı olmasaydı duyabilme ve duyurabilme potansiyelimiz. O zaman bu kadar acıtmazdı yüreğimizi bu teknik detaylar. Egoların cızırtısına kurban gitmezdi güzelim sözler, şarkılar. Ya da mikrofonlar çın çın çınlamazdı “Hayır ben bu sözlere, tavırlara aracı olmak istemiyorum.” dercesine. İşittirmeye çalışmadan konuşmayı, duymamacasına dinlemeyi aklımızdan bile geçirmezdik. Suyun şırıltısı kadar rahatlatıcı, rüzgârın uğultusu kadar ürpertici olabilmeyi becerebilseydik; bağırmadan konuşan Rabb’in, dayatmadan anlatan Resûl-i Ekrem’in inceliğini kavrayabilseydik; “kulakları var duymazlar” güruhunun sayıca çokluğu korkutmazdı bizi.
Anlaşılmanın ve Empatinin Gücü
O zaman, “İşittik ve itaat ettik.” tılsımının gücüyle sesimiz yerine, sözümüzü yükseltirdik. Yaşamak, yalnızlığımızın ikramiyesi olmaktan çıkardı belki de. Kendi kendine konuşmanın delilik değil, çaresizlik olduğunu bilmezdik hiç. Dondurulmuş kalplere his akıtmaya çabalamak yerine, en manalı cümlelerimize duvarların ses vermesini beklemezdik. Dinlenmedikçe susmazdık içimize. Sustukça kabarmazdı cümlelerimiz bir yanardağ gibi yüreğimizde. “Şefkatli sesler işitilmiyor nasılsa!” deyip merhametsizce davranmaz, yabancılaştığımız bir tonda buyurmazdık. Biriktirdiklerimizi konuşacağız diye, dinlemeyi unutmazdık.
Kısacası, insan kalırdık. İçinde bulunduğumuz her ilişki formatında diyaloğun hakkını verirdik. İletişimde, kulak-akıl-dil eksenine kalbimizi de eklerdik. O da yetmez, Peygamber Efendimiz gibi gözlerinin içine bakardık muhatabımızın. Kalpten kalbe giden görünmeyen yolları, böylece aşikâr ederdik. Anlaşılabilmenin nasıl özel bir nimet olduğunu idrak ederdik. Bu hazzı, başkalarına da yaşatabilmek için empati yeteneğimizi coştururduk. Anlaşmaktan daha mühim bir işteş fiil olmadığını, tüm eylemlerin, özde ondan geçtiğini kabullenirdik. Ve işteşliğin, anlaşılmanın en çok âşıklara yakıştığını da. Bu yüzden aşkın sesli harflerini çoğaltmak yerine, iki sessiz harfin kafiyesindeki uyum olurduk bile isteye.
Tıkalı Kulakların İlacı Sükûnet Olabilir Mi?
Eş sesli olamasak da sevdiceğimizle, eş anlamlı olmaya gayret ederdik. Farklı harflerle aynı amaç için yola çıktığımızı hatırlardık çatışma anlarımızda. Desibel aralığı olmazdı kulaklarımızın sevdiğimize karşı. Her ne tonda ve biçimde söylenirse söylensin, dediklerimiz bir kulaktan girip öteki kulaktan jet hızıyla çıkmazdı. Ya da önyargı ve geçmiş yaşanmışlıkların genellemeleriyle zıt anlamlar yüklemezdik işittiklerimize. Ruhlarımızla duyardık birbirimizi, sözlere hacet kalmazdı. Altyazılar, açıklama cümleleri, inandırmak için edilen yeminler yer almazdı lügatimizde. Söz, yerini göze bırakıp da “kal”, “hâl”e dönünce, “cezm”deki “kalkale”nin heybeti daha iyi anlaşılırdı. Değil mi ki kalkale, harfin sükûna ulaştığı anda aslında daha fazla ses bulması, vurguyu üzerinde toplamasıydı; tıkalı kulakların ilacı, belki de o sükûnetteki yankıydı.
Yürekle İşitebilmek
Yeter ki işitmek; yüreğiyle duymak, kulaklarının hakkını vermek istesin insan, kaynağıyla arasındaki tüm engelleri ortadan kaldırmak mümkün. Nasıl Rabbi, kullarıyla bambaşka yollarla iletişim kuruyor; onlara gözleriyle, kulaklarıyla, akıllarıyla, kalpleriyle türlü biçimde mesajını iletiyor; varlığını hatırlatıyor… Hem alıcı hem verici konumundaki insanın da iletişimde tek bir alternatifi yok. Yola çıkarken besmeleyi hangi makamda çektiği önemli sadece. Zira o ne konuşuyor ne işitiyor. Olsa olsa konuşturuluyor ve işittiriliyor!