Kadir Afacan
Stefan Zweig’ın kurduğu cümlelerin, genellikle çağın kültürel atmosferinde önemli bir yer tutan “subjektif karakterler”e işaret ettiği düşünülür. Bunun yanı sıra, düşünce gücüyle hemen her okurunu etkilediği de su götürmez bir gerçektir. Bu tespiti destekleyen eserlerinden biri de Vicdan Zorbalığa Karşı’dır. Yazarın bu başyapıtı, vicdan sahibi kişilerin otoriteye karşı verdiği mücadeleyi, kötülüğün sıradanlaşmasını ve entelektüel zihinlerin bu sıradanlıkla baş etme çabalarını anlatan eşsiz bir eserdir.
Aslına bakacak olursak, dünya hiçbir zaman acılardan, boş kavgalardan, anlamsız çekişmelerden ve karmaşalardan arınmış huzurlu bir yer olmamıştır. Birbirine şefkatle bağlanması gereken insanlar bile, yanlış tercihler yaparak dünyayı kendilerine zehir etmeyi her zaman başarmıştır. Bu yönüyle, insanın hem kendine hem de başkalarına acı çektirmek konusunda oldukça yetenekli olduğu söylenebilir.
Gözden Kaçırılan Güç
Prof. Dr. Zümra Atalay, işte bu “yetenekli” insanları, günümüzün değişen ve yoğunlaşan dünyasında hızla unutulan bir değerle yeniden tanıştırıyor: şefkat. Modern dünyada bireyler, başarı odaklı bir yaşamın ağırlığı altında eziliyor. Yarışmacı zihniyetin esiri olan insan, kendine dahi şefkat gösteremez hâle geliyor. Hayatın büyük bir kısmı, başkalarının oluşturduğu başarı hiyerarşileri tarafından yönetiliyor. Günün sonunda, herkes ebeveynlerinin, öğretmenlerinin dahası “mahallesinin” sesini içselleştiriyor.
Kapasitesinin çok üstündeki hedeflere yönelen birey, giderek daha gergin ve endişeli oluyor. Sürekli yeni sorumluluklar yüklenirken, kendine şefkat göstermeyi unuttuğu için yalnızlaşıyor. Yapabileceklerine odaklanmak yerine, yapamadıklarına takılıp suçluluk, hayal kırıklığı, üzüntü ve umutsuzluğunu tetikliyor. Pema Chödren’in dediği gibi, kalbinde bir ok saplı olduğunu fark etmek yerine, kendisini vuran okçuya bağırmakla zaman kaybediyor.
İşte bu noktada Atalay devreye girerek, insanlara kendilerine karşı daha nazik ve anlayışlı olmaları gerektiğini hatırlatıyor. Şefkati sadece başkalarına değil, kendilerine de göstermeleri gerektiğini haykırıp “acıya rağmen” değil, “acıyla birlikte” yaşamanın yollarını gösteriyor.
Yalnızlıklara Çözüm
Bu yaklaşım, Zweig’ın eserlerinde sıkça karşılaştığımız bireyin yalnızlaşması ve içsel dünyasında kapana kısılması temasıyla büyük benzerlikler taşıyor. Ancak önemli bir fark var: Zweig, karakterlerinin yaşadığı bu izolasyonu derinlemesine işlerken, Atalay benzer durumlara “şefkatli” bir çözüm sunuyor. “İnsan, kırılgan bir varlıktır.” dedikten hemen sonra ekliyor: “Kırılgan olmak, güçsüzlük ya da acizlik değildir!”
Atalay, kitap boyunca şefkati sadece bireysel düzeyde ele almakla kalmıyor, toplumsal boyutlarına da değiniyor. İnsanlar arasında artan rekabetin ve yabancılaşmanın, şefkat eksikliğini daha belirgin hâle getirdiğine dikkat çekiyor. Günümüz insanının başarıyı yüceltip zayıflıklarını saklama eğiliminde olduğunu söylerken, zayıflıklarımızın aslında bizi insan yapan özellikler olduğunu savunuyor. Şefkatin, gücün değil, zayıflığın kabulüyle ortaya çıkan bir erdem olduğunun altını çiziyor.
Şefkat, Toplumu Dönüştürebilir Mi?
Kitabı bitirirken, şefkatin hem bireysel hem de toplumsal bir dönüşümü mümkün kılabileceğine inanmaya başlıyorsunuz. İnsanların şefkatle birbirlerine daha fazla bağlanabileceğini ve bu sayede dünyayı daha yaşanabilir bir yer hâline getirebileceğini hayal ediyorsunuz. Sonra, kendinizi şu cümleleri mırıldanırken buluyorsunuz: “Zweig’ın karakterlerinin derin acıları, Atalay’ın sunduğu şefkatin dönüştürücü gücüyle iyileştirilebilir.”
Şefkat’in, modern dünyanın keşmekeşi içinde kaybolan bireyler için nitelikli bir rehber olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Kitapta anlatılanların, sizi güvenli ve sağlıklı bir zihin dünyasında ilham verici bir yolculuğa çıkaracağından emin olabilirsiniz. Çünkü Zümra Atalay, şefkatin dönüştürücü gücünü ustalıkla ele alırken, okurlarını aynı duygunun sularında serinletmeyi başarabiliyor.