Hac mevsimindeyiz. Kocam Zeyd ile birlikte Mekke’ye gitmek üzere hazırlanıyoruz. Yüreğimiz kıpır kıpır. Akabe’de Yüce Nebi ile buluşma anı yaklaştıkça tüm benliğimizi bir heyecan kaplıyor. Geçen yıl buluşanlardan dinlediklerimiz, sonradan gelen öğretmenimiz Musab bin Umeyr ve büyüyen inanan topluluğu heyecanımızı katlıyor. Çok dillendirmemekle beraber azıcık da endişe var içimizde. Çünkü Hazreti Peygamber ile buluşmak büyük bir tehlike davetiyesi. Ne var ki endişemiz kendimiz için değil; ya ona bir zarar gelirse!
Nübüvvetin 13. senesi. Peygamberimizi Medine’ye davet etme kararıyla yetmiş beş kişi yoldayız. Kafilede iki kadınız. Niyetimizi gizli tutmak durumundayız. Hac için Mekke’ye giden müşrikler arasında peygambere akan gönülleriz. Beklenen an geldiğinde amcası ile birlikte geldi Sevgili peygamberimiz buluşma yerine. Amcası Abbas, Allah ondan razı olsun, içimize işleyen etkili bir konuşma yaptı. Daha doğrusu bizi uyardı. Neyle karşı karşıya olduğumuzu, neyi kabul edip neyle yüzleşmemiz gerektiğinin farkında olup olmadığımızı sordu. Bu aynı zamanda herkesin kendisini yoklaması için bir fırsattı. Müjdeli haberi burada aldık. Peygamber Efendimizin Medine hicreti gerçekleşecekti. Elbette bu belaya da davetiye demekti. Ama onunla gelen her şeye evet demiştik. Güzellikler için bir başlangıç oldu bu buluşma.
Akabe’de verdiğim söz bana ev işleri, çocukların bakımının yanında başka misyonlar da yüklüyordu. Çevremdeki insanları Allah’a ve resulüne davet. Bir an geldi kendimi Bedir’de buldum. Müşrikler toplanıp gelmişlerdi. Oğlum Abdullah ile düşmanın karşısına çıktık. Sonra Uhud… Ben yanıma su kırbamı da almış Müslümanların durumunu kendi gözümle görmek istemiştim. Resûlullah’ın yanına kadar gittim. Müslümanlar üstün durumdaydılar fakat çok geçmeden Kureş okçuları etrafımızı sardı. Şiddetli bir çarpışma başladı. Ben kırbayı da suyu da unuttum. Ona bir zarar gelmemesi için elime ne geçirdiysem müşriklerle çarpışmaya başladım. Kılıçla, okla savunuyordum. Kocam ve çocuklarımla âdeta etten birer kalkan olmuştuk. Yaralandım ama o an hiçbir acı vazifemden büyük değildi.
Peygamberimiz kalkanımın olmadığını görünce sahabelerden birine kalkanını bana vermesini söyledi. Üzerime gelen bir atlıyı savuşturdum. Bir ara Abdullah’ım kolundan yaralandı. Şefkat Peygamberi yarasını sarmamı söyledi. Sardım ve “Kalk yavrucuğum, müşriklerle çarpışmaya devam et.” dedim. Bir annenin evladına söyleyebileceği en güzel cümleydi o an. Efendimiz sözümü işitmişti. “Ümmü Ümare! Senin katlandığın, dayanabildiğin şeye herkes katlanabilir, dayanabilir mi?” diyerek iltifat etti.
Çarpışma tüm şiddetiyle devam ederken oğlumu yaralayan müşriği gördüm. Hakkından geldim. Efendimiz, “Onu perişan ettin.” deyip düşmana olan üstünlüğünden dolayı hamdetti. Çok geçmemişti ki İbni Kamie adlı müşrik, Peygamber Efendimize saldırdı. Mübarek dişlerinin kırılmasına sebep oldu. Ben de ona tüm gücümle saldırdım. Beni omzumdan yaraladı. Zırh üstüne zırh giymişti. Tek başıma püskürtmeye gücüm yetmedi ama ashab yardım etti. Yaralıydım. Bu sefer de oğlum benim yaramı sardı. Peygamberimizin müjdesi o anda işitiliyordu; “Annenin yarısını sar. Ev halkını Allah mübarek kılsın. Senin ve annenin mekânı filanın ve falanın makamından hayırlıdır. Allah senin ailene rahmet etsin.” buyurdu. Bunun üzerine; “Ya Resûlallah! Dua et de cennette sana komşu olayım” dedim. “Allah‘ım bunları cennette komşu ve arkadaş eyle.” diye dua etti. Bundan sonra bana bir şey lazım değildi artık. Dünyada ne musibet gelirse gelsin hiç ehemmiyeti yok. Zaten o sevinçle yaralarımın acısını da hissetmez olmuştum. Sonraki bir yıl boyunca tedavisine çalışacağım on iki-on üç yara almıştım. Ama hakkımda; “Uhud günü, ne zaman sağıma soluma baksam beni korumak için çarpışan Nesibe’yi görüyordum.” iltifatı bana iki cihan saadeti için de yetti.
Ben İkinci Akabe heyetinden Ümmü Ümare! Ben Uhud Savaşı’nın Nesibesi. En sevgili varlığım, tatlı canım, ona kurban olsun. Salât ve selam ona!