(İyi) Müslüman, dilinden ve elinden Müslümanların emin olduğu kişidir. (Asıl) muhacir de Allah’ın yasakladıklarını terk edendir. (Buhari, İman 4)
Sözlüklerde güvenli; sakıncasız; korkusuz, emniyetli; tehlikeden uzak; inanılır, itimat edilir (kimse); tereddüt ve şüphesi olmayan (kimse) gibi anlamlara gelen “emin” kelimesi, pek çok vesileyle karşımıza, “İslâmiyet’ten önce Hz. Peygamber’e (as) verilen sıfatlardan biri.’’ tanımıyla da çıkar. Bu tarife, Peygamberimizin (as) damadı Ebü’l-Âs’ın henüz Müslüman olmadan önce eşi Zeynep’e söylediği bir şiirde, “el-Emîn’in kızı” şeklinde rastlarız.
Efendimize (as) çok yakışan bu sıfat kendi üzerimizde nasıl durur, bilemiyorum. Şahsen kendi bedenimin ve ruhumun benden ne derece emin olduğundan şüphe duyuyorum. Yazık ki, düşüncesizce harcanan ömür sermayesinden, bize emanet olarak verilen duygularımız, zamanımız, vücudumuz ve ruhumuz da nasibini alıyor.
Bedîüzzaman Said Nursi’nin eserlerinde, insanın kâinatın küçültülmüş bir numunesi olduğunu okuduğumda çok etkilenmiştim. Her bir organımız, dokumuz gözlerimin önünde bir galaksi sistemi gibi canlanmıştı. Sonra, başımı ellerimin arasına alıp şöyle düşündüğümü hatırlıyorum: “Bize verilen her şeyi, sahibiymişçesine nasıl da fütursuzca kullanıyoruz!” Tıka-basa doldurduğumuz midelerimiz, haramdan saklayamadığımız gözlerimiz, kem söyleyen dillerimiz, dedikodu işiten kulaklarımız ve diğerleri… Acaba bizlerden eminler mi? Hiç sanmıyorum!
Zaman zaman kendimi, Cenabıhakk’ın Tövbe suresinin altmış birinci ayetinde “…Hep hakkınızdaki iyi sözlere kulak veren biridir; Allah’a inanır, müminlere güvenir.” şeklinde tanımladığı Efendimiz, (as) bugünkü yaşantımıza şahit olsa ne hissederdi diye düşünürken buluyorum. Acaba bizimle gurur mu duyardı, yoksa bizim yüzümüzden mahzun mu olurdu? Bir an için bizlere, “Yeryüzü mirasçısı Müslümanlar olarak ne yapıyorsunuz?” diye sorduğunu hayal edelim. Ne cevap verirdik?
Farkına varmadan güveni, itimadı, emniyeti hem elimizle hem dilimizle yıkıp yok ediyoruz. Birbirimizin arkasından konuşuyor, sonra bunun adına eleştiri deyip işin içinden sıyrılıveriyoruz. Kültürel Müslümanlığımızın üzerindeki tozu görmezden geliyoruz. Kirlerimizden arınmak ve yeniden kirlenmemek adına bir gayret ortaya koymuyoruz. Peygamberimizin (as) sünnetlerini ihya etmek için silkinip ayağa kalkmıyoruz.
Cennetin ayaklarının altında olduğunu söylediğimiz annelerimiz, Allah’ın emaneti eşlerimiz, göz nuru çocuklarımız, neredeyse mirasçı olayazdığımız komşularımız… En içteki daireden, Müslüman kardeşlerimizden; en dıştaki daireye kadar bütün insanlık, bütün dünya bizden emin mi, düşünmüyoruz. Bütün dünya derken tabiat örtüsünden bitkilere, hayvanlardan atmosfere kadar yaratılmış her şeyi kastediyorum. Sorumluluklarımızın şuuruna vararak “emin” insanlar olmanın, mümin olmanın hakkını vermeli değil miyiz?
Serlevha yaptığım mübarek sözlerinde Efendimiz, asıl muhacirleri Allah’ın yasaklarından uzaklaşan, bir bakıma o yasaklardan hicret edenler olarak tanımlıyor. O hâlde hadisten aldığımız ilhamın hürmetine, bizleri emin olmaktan uzaklaştıran her şeyden hicret etmeye niyetlenelim. Efendimizin müjdesine, asıl muhacirlerden olmaya çaba gösterelim. Gelin buna hep birlikte ellerimizi açıp Hazreti İbrahim gibi dua ederek başlayalım: “Ya Rabbî! Bana hikmet ver ve beni hayırlı kulların arasına dahil eyle! Gelecek nesiller içinde iyi nam bırakmayı, hayırla anılmayı nasip eyle bana. Naim cennetlerine vâris olanlardan eyle beni ya Rabbî.” (Şuarâ 26/83-85)