Bikram, Wild Wild Country, Keep Sweet Pray and Obey, Pray Away, John of God, The Family gibi sahte tarikat belgesellerinin ve de 2019 yapımı Midsommar filminin ardından Marx’ın cümlesine takılı kaldım ben de. Eskiden üzerinde düşünme gereği bile duymadığım bu cümle beni bu sefer etkisi altına aldı. Marx “Din afyondur!” derken neyi kastediyordu? Sahte dinleri kastetmiş olabilir miydi? Tabii ki hayır!
Karl Marx’ın afyon olarak tanımladığı din, Hristyanlıktı. Hepimizin malumudur, papazlarının(!) elinde oyuncak hâline gelmiş ve iyice bozulmuş olan bu din, artık insanları iyiden iyiye rahatsız ediyordu.
tahammül
Hak dinin “bozulmuş versiyonlarına” bile tahammül edemeyen insanoğlunun, karşısına çıkan “sahte dinlere” kapılıp aldanmasıysa benim için kocaman bir muamma. Bu muamma, seyrettiğim belgesellerden ve özellikle Midsommar’dan sonra iyiden iyiye sıkı bir bilmeceye dönüştü.
Zamanında beynini çıkarıp sahte şeyhinin önüne bırakmış; onun zırvalıklarından başka bir şey dinlememiş pek çok “eski tarikat üyesi”nin verdiği röportajlara şahit oldum bu belgesellerde. Bazısı şimdilerde durumun farkında olsa da işin içinden uzun süre çıkamamıştı. Kimisi de hâlâ aklına şaşıyordu, “Ben bu işlere nasıl kandım?” diye dizlerini döverken. Sahte şeyhine bağlı küçük bir grubunsa dünyayla pek bir alış verişi yoktu. Sahte şeyhleri hapislerde sürünüyor olsa bile!
Gerek eski “üye”lerin, gerekse hâlihazırdakilerin gözlerinde tek bir şey gördüm: İnanma arzusu. İnsanın içinde bir yerlerde, belki de en derinlerde duyduğu bu arzu, Yaradan’ın biz insanlara en güzel hediyelerinden biri. Ne yazık ki bu inanma arzusunu aklımızı kullanmadan yönetince akıl almaz yollara sapıyor; tarafgirlikten de öte partizanlaşıyor ve hatta körleşiyoruz.
Tanıdık Hatlar
Sahte tarikat şeyhlerini müdakkik bir nazarla gözlemlediğinizde karşınıza pek de yabancı olmayan, diktatör siyasi parti liderlerinin kabataslak hatları çıkıyor. “How to Become a Tyrant?” belgeselinde tanıttıkları tiranların hususiyetleriyle neredeyse tıpatıp aynı özellikler bunlar. Paraya tapma, iktidarı elinde tutmak için her şeyi yapma, ayak kaydırma, iftira atma, kendisine karşı çıkanı şeytanlaştırma, kadını aşağılayan bir bakış açısına sahip olma ve de kendisinin ilahi bir lider olduğuna herkesten çok inanma bunlardan sadece birkaçı.
Hâl böyleyken bunca insan nasıl kanmış, nasıl kandırılmış diye bir soru geliyor insanın aklına. Sadece inanma arzusuyla açıklayamayacağımız çok kompleks bir durum var ortada. Dışlanmaktan ve de menfaatini kaybetmekten korkanların dışında, gerçekten inanan insanlar niye inanıyordu bu sahte dinlere, sahte tarikatlara?
İşin bu kısmında Marx’la karşı karşıya geliyoruz. “Hayır hayır!” diyorum Marx’a. “Dini, dinleri suçlayamazsın! Suçlanacak bir şey varsa o da bağnazlığın ta kendisi.”
Sanırım Karl Marx’ın kastettiği de aslında dinin kendisi değil; o dini kötüye kullananlardı. “Bağnazlık ve cehalet afyondur.” deseymiş keşke! O zaman bu deyiş bugün ne de güzel otururdu yerine. Biz de gerile gerile, “Marx ne güzel demişsin / Bal u şeker yemişsin!” derdik.
Tuhaf ve Korkunç Bir Festival
Midsommar, 2019’da yönetmen Ari Aster tarafından çekilen bir korku-drama filmidir. Film, Amerikalı bir üniversite öğrencisi olan Dani’nin (Florence Pugh) trajik bir olayın ardından sevgilisi Christian (Jack Reynor) ve arkadaşlarıyla birlikte Hårga adlı bir tarikatın gerçekleştirdiği bu Midsommar Festivali için İsveç’e gitmesi ile başlar. Başlangıçta eğlenceli gibi görünen bu festival, zamanla tuhaf ve korkunç olaylara dönüşür.