Usulsüz Vusul Olur Mu?

Sözün en güzelini, en yakınlarımız hak eder. Nezakete, hoşgörüye, en özenli sevgi ve saygı davranışlarına layık olan, ailemizdir. Bu yüzden Peygamber Efendimiz "Sizin en hayırlınız, ailesine karşı en hayırlı olanınızdır. Ben de aileme karşı en hayırlı olanınızım." buyurmuştur.

Elif Nesibe Temiz


İlişki tek olabilir; ama onu üreten akıl, iki tane. Dolayısıyla bu iki aklın birbirinden farklı düşünmesi ya da aynı konuda başka yöntemler bulması, zaman zaman karşı karşıya gelip tartışması gayet doğal. Çünkü ilişkide işteş fiiller ortaya çıkar. Yani “bireysel olmayan, birlikte ya da karşılıklı yapılan fiiller”. Ortak akıl, sanıldığı gibi her zaman güle oynaya bulunmuyor. Zaten hiç kimseyle çatışmasak, hiç ilişki kurmasak bile herhangi bir tercih anında doğru mu yapıyorum yanlış mı yapıyorum, diye kendi nefsimizle mücadele hâlinde oluyoruz. Madem her hâlükârda ya nefsimizle ya da ikinci bir şahısla tartışıyoruz; o zaman bu işi bize, insanlığımıza yakışır şekilde yapalım. Öfkeli olduğumuz, sözümüzün dinlenmesini istediğimiz anlarda ya da kendimize dair bazı kaygılarımızın olduğu, egomuzun sarsıldığı durumlarda bile adabımızı koruyabilelim. Çünkü Yûnus’un hocası Tapduk Emre’nin de dediği gibi “Usulsüz vusul olmaz”. Diğer bir deyişle, yanlış yöntem ve söylemle doğru sonuca ulaşılmaz. Yani hakkaniyetle ve üslubu muhafaza ederek tartışamazsak varmak istediğimiz hedefe, yani problemi çözerek huzura erme neticesine ulaşamayız. Haklı olabiliriz, istediğimiz gerçekleşebilir; ama kanlı bir savaşın kumandanına haz vermemesi gibi biz de neticeden, kırıp dökmekten mutlu olmayız.

Bütün ilişkilerde müzakere, karşılıklı olarak konuşmadır aslında. Fakat eşler arasında müzakere kıvamında kalması gereken konuşmalar, istenmese de sıklıkla sürtüşmeye dönüşebiliyor. Çünkü diğer ilişkilerde yaş, tecrübe, konum farkımız; dolayısıyla bizim başka üstün ya da daha haklı olduğumuzu düşündüğümüz yanlarımız olabilir. Veyahut karşı tarafın bizi dinlerken tolere edebileceği özelliklerimiz vardır. Ama eş ilişkisinde iki “eşit egonun” karşılaştığı, kadın ve erkeğin yaşlarının yakın olduğu bir çatışma gerçekleşiyor. İki kişi de “eş” sıfat ve konumunda. Kaldı ki bizden farklı olduğu için sevdiğimiz eşimizi, evlilik süresince kendimize benzetemedikçe kızgınlıkla ondan hesap sormaya başlıyoruz. Dolayısıyla eş ilişkilerinde fikirlerin çarpışması, diğer tartışma formlarındakilerden daha şiddetli olabiliyor. Üsluplar daha fazla bozulabiliyor. En kıymetlimizi kavga anında en kıymetsiz hâle getirebiliyoruz maalesef. Komşumuza, arkadaşımıza, öğrencimize söyleyip de onu kaybetmekten çekindiğimiz ifadeleri, “Nasılsa affeder, nasılsa benden vazgeçmez.” diyerek eşlerimizin yüzüne söyleyebiliyoruz. Üstelik pek çoğunda özür dileme ve kalbini tamir etme zahmetine bile girmiyoruz. Kendimizce bizi sinirlendirip de hak ettiği lafları boğazını kanatırcasına yutmasını izliyoruz karşısına geçip.

Psikolog Dr. Harriet Lerner, öfke duymanın bir sorunun habercisi olduğunu; ama onu açığa vurmanın sorunu çözmeyeceğini düşünüyor: “Öfkeyi açığa vurmak; ilişkideki eski model ve kuralların korunmasına, hatta bunların daha da güçlenmesine ve dolayısıyla değişimin gerçekleşmemesine yol açabilir.” Lerner’a göre, zaten ilişkideki öfkenin kaynağı, karşı tarafı değiştirme çabasının sonuçsuz kalması ve insanın asıl dönüştürebileceği yegâne varlığa yani kendine odaklanacak enerjiyi israf etmesi. Üstelik bu yanlış odak, asıl değiştirmek istediğimiz muhatabımızın da tam tersine hiç değişmemesine ve bulunduğu hâle savunma refleksiyle daha çok bağlanmasına sebep oluyor.

Bizler, kavlileyyin kavramını Hazreti Musa’nın hikâyesiyle öğrendik. Firavun gibi narsist bir karakterin karşısında bile üslubun doğru ayarlanması gerektiğini ve o ne kadar manipüle ederse etsin hem doğru bildiğinden hem de edebinden taviz vermeyerek konuşmanın mümkün olduğunu da. Firavunla bile sert bir dille konuşturmayan Rabbimiz, eşlerimizin kalbini kıracak şekilde konuşmamıza müsaade eder mi?

Neyi, Neden Paylaşamıyoruz?

Hepimiz değerlerimiz, hayallerimiz ve fark edilmeyen ihtiyaçlarımız için tartışıyoruz. Çünkü değer algılarımız oldukça farklı. Benim değer verdiğim bir şeye, eşim aynı ölçüde değer vermeyebilir. Hatta hiç değer vermeyebilir de. Ya da onun çok değer verdiği bir şeye ben hiç değer vermeyebilirim. Yani bahsi geçen kişi ya da konunun sözlüklerimizdeki anlamı farklı olabilir. Aynı şekilde tartışmak ve onun adabından ne anladığımız da birbiriyle uyumlu olmayabilir. Bu sebeple “Ben tartışmadan ve adabından ne anlıyorum, eşim ne anlıyor?” sorusunun cevabını bulmak, çatışma anlarını yönetmekte bize yardımcı olabilir.

Aslında bizim evlilik öncesi bütün ilişkilerimiz, eşimizle yaşadığımız ilişkinin altyapısını oluşturuyor. Yani anne babamızla, kardeşlerimizle, okul arkadaşlarımızla, iş arkadaşlarımızla, araba kullanırken sokaktaki insanlarla çatışmalarımızda iş birliği, uyum, nezaket, şefkat ve duyarlılığı test etmeye başlıyoruz. Eğer bu süreçte fikir ayrılıklarını yönetebilmeyi güzel öğrenilebilmişsek evlilikte de çok fazla zorlanmıyoruz.

Buzdağının Görünmeyen Yüzü

Genellikle tartışmaların ortak konusu, gerçekte münakaşa edilen konu değildir. O bahsi geçen şey her neyse sadece konu mankenidir. Biz geç kalmaktan, harcamadan veya çocuklardan dolayı çatışırken, aslında bambaşka bir konu vardır kafamızda. İşte o anda şöyle bir geri çekilmek ve kendimize “Biz gerçekte neyi tartışıyoruz?” diyerek sormak hayat kurtarıcı olabilir. Çünkü buzdağının görünmeyen yüzünü de fark edersek evlilik gemimizi Titanik gibi batmaktan kurtarabiliriz.

Hepimizin duygusal bir gizli ajandası var ve ilişkimize dair unutamadığımız negatif hususları veresiye defterimize yazıyoruz fark etmeden. Münakaşa anında verdiğimiz tepki, ilişkinin geçmişinde çözümlenmemiş, faili meçhul dosyalar sebebiyle biriktirdiğimiz duyguları da kapsıyor. Bu da olay esnasında daha azıyla yetinebilecekken haddinden fazla reaksiyon göstermemize sebep oluyor.

Tartışırken Yaptığımız 9 Yanlış

1- Sert ve eleştirel başlangıç yapmak
2- Kendimizi nasıl sakinleştireceğimizi bilmemek
3- Duyguları biriktirip patlama yaşamak
4- Sürekli savunma yapmak
5- Asıl konuya odaklan(a)mamak
6- Karşımızdakinin onarım çabasını görmezden gelmek
7- Ortada buluş(a)mamak
8- Uzlaşmayı taviz gibi algılamak
9- Tartışmayı bitirmek için gönülsüzce özür dilemek

Düdüklü Tencere!

Düdüklü tencerenin patlamasına hiç şahit oldunuz mu? İçerisindeki basınç alınmadan açılmaya çalışılırsa düdüklü tencere feci şekilde patlar. Hayatta da bazı insanlar çok sakin, çok nazik, çok anlayışlı görünebilirler. Hâlbuki bu sırada tüm ifade edemedikleri duyguları içlerine biriktirmekle meşguldürler. An gelir öyle bir öfkelenirler ki gerçekten o düdüklü tencerenin patlaması gibi insanları feci şekilde yaralayabilirler. O yüzden marifet sürekli sakin olmak değil; her duygumuzu hakkıyla yaşamak ve onu ne bizde ne de karşımızdaki kişide enkaza sebep olmayacak şekilde yönetebilmektir. Dolayısıyla sürekli öfkeli olmak insanı ne kadar yorarsa; hissiz olmak, bir gün patlayacağını bile bile duygularını bastırmak da bir o kadar zararlıdır. Bu sebeple tartışmanın bizcesinden maksat, eşlerin birbirine sinirlenmeyeceği anlamına gelmez asla. Tabii ki herkes öfkelenmekte özgür; ama bunun ifade biçimini ayarlamamız kaydıyla. Yani tartışmaktan korkmayalım, onun üslubunu ayarlayamamaktan korkalım.

Halı Altına Süpürmeyelim

Kimse canı çekti diye kavga etmez. Hatta olabildiğince çatışma ortamlarından uzak durmaya çalışır çoğu insan. Ama tartışmaktan da korkmamak, ödü patlar gibi en ufak gerilimden de kaçmamak lazım. Çünkü Müslüman gerektiğinde düşündüklerini ifade edebilen, farklı fikirleri ortaya koyabilen bir insan olmalı. Kaldı ki Allah’ın bizi çeşit çeşit yaratmasının en önemli hikmetlerinden birisi de bu farklılıklarımız ve onları güzelce taşıma ve idare etme kabiliyetimiz değil mi?

Zaten tartışmanın olmaması veya az olması ilişkide problem olmadığı ve tarafların mutlu olduğu anlamına gelmiyor. Çünkü gübürleri halının altına süpürerek ev temizlenmediği gibi maalesef ilişkide de çatışmadan kaçınmak problemlerden arınmak demek olmuyor. Tam tersine çözümlenmemiş meseleler, içimizde birbirimize karşı negatif duygular biriktirmemize, ileride yaşanması muhtemel daha büyük kavgalara sebep oluyor. İlişkide öfke duymak sağlıksız değil.

Hatta “mahşerin dört atlısı”nı kullanmadığımız sürece tartışmak kazanıma bile dönüşebilir. Önemli olan öfkeyi nasıl ifade ettiğimiz ve karşımızdakini nasıl dinlediğimiz. Çatışma anlarında savaşmak değil iş birliği yapabilmek başarı. İş birliği de aynı takımda olduğumuzu fark etmekle mümkün. İki eş de aynı takımda ve kendi kalelerine gol atmamak için çabalamak zorunda.

“Ben, haklıyken bile çekişmeye girmekten kaçınan kimse için cennetin kenarından, şakadan da olsa yalan söylemeye yanaşmayan kimse için cennetin ortasından, huyunu güzelleştiren kimse için de cennetin en yükseğinden bir köşk verilmesine kefilim.” (Hadisişerif)

Çatışmayı Fırsata Çevirebiliriz

Tartışmak aslında bir bağlanmadır. Çatıştığımız anlarda karşımızdaki kişinin nasıl birisi olduğunu ve bizden, ilişkimizden ne istediğini, kendimizin ona karşı nasıl bir tepki gösterdiğini, nelere tahammülümüzün olup olmadığını anlarız. Birbirinin karakterini daha yakından tanıyan eşlerde daha çok bağlanma sağlanabilir. Tabi üsluplarını korudukları müddetçe. Yani tartışma ve huzur sanıldığı gibi zıt anlamlı değiller. Fırtınadan sonra gökkuşağının çıkması gibi huzur da tartışmanın neticesinde elde edilen meyve olabilir. Evde iyi tartışan, bunu her yerde iyi yapar. Kişinin eşiyle tartışma yöntemi iyi ise iş hayatında da iyi olacaktır. Eşi bir fikrine karşı çıktığında şahsiyetine külliyen karşı çıkılıyormuş gibi algılayan ve küçücük bir konuyu kompleks hâline getirenler aynı tutumu başka başka yerlerde de sergileyebilir.

Bitsin Mi Bitmesin Mi?

Yapılan kavgaların basitçe iki türü var: Biten ve bitmeyen kavgalar. Bitenler; genelde derin olmayan basit konulardan kaynaklanıyor. Çok önemsediğimiz konulardan ziyade daha esnek olabileceğimiz alanlarda mevzuyu çözüp nihayete erdirmek kolay oluyor. Tartışmaların yüzde 69’u ise bitmeyen kavgalardan oluşuyor. Hatta bu yüzde 69’un yüzde 16’sı hiç çözümlenemeyen, kördüğüm olan kilitli dolaplara saklanan konulardan kaynaklanıyor. Bitmeyen kavgalar, tekrar tekrar açılıyor. Bu tip çatışmalar kolay başlıyor ve başladığında mayınlı arazide yürüyor gibi temkinli adımlar atmak gerekiyor.

Kısır döngülerin ortak özelliklerini bilmek, bizi bitmeyen kavgaların girdabından koruyabilir. Aynı kavga defalarca tekrarlanıyor, kimse fikrinden taviz vermek istemiyor, kutuplaşma oluşuyor, bağlar zayıflıyor, kimse kimseyi gerçek manada dinlemiyor, ön yargı ve suizan ortada kol geziyor, sonucunda taraflardan en az biri kendisini dışlanmış, tükenmiş, kırgın hissediyorsa kısır döngüye takılmışız demektir. Onu fark ettiğimiz yerde, “Bu eşimin doğrusu, bu da benim doğrum. Bu durum maalesef yıllardır değişmiyor. O zaman bugün de değişmeyecek.” diye durumu kabullenmeyi seçebiliriz. Aksi takdirde ilişkimiz, herkesin birbirinin kalbini ve zihnini okuduğu, birbirine ahkâm kestiği ve kibir kokan, haddi aşan bir hâle evrilir.

Bu bağlamda Dr. Harriett Lerner, öfkemizi ilişkimizde değişim aracı olarak kullanmak amacıyla dört farklı alanda beceri kazanmamız gerektiğini düşünüyor: Aslında neye öfkelendiğimizi, derinde yatan sebebi bulmak, iletişim becerilerimizi geliştirmek, olaylara farklı bir açıdan bakmaya çalışıp ezber bozmak, insanların değişimimizden duyacağı rahatsızlığı göze almak ve bu değişimde ısrarcı olmak. Lerner’a göre değişimin önündeki en büyük engel, eşlerin oynadıkları “ilk kim başlattı” oyunu. Hâlbuki bu döngüsel dansın başı ve sonu yok. Dansı kimin başlattığının önemi de yok. Burada asıl sorulması gereken soru şu: Bu danstan nasıl çıkarız?

Hangi Gruptansınız?

Kaçınganlar; halının altına süpüren, ilişkiyi problemsiz yürütmeye odaklı tartışmacılardır. Aman ortalık karışmasın, kimse üzülmesin, aman bir gerginlik çıkmasın derken tartışmaktan kaçarlar. Tartışmayı zaman kaybı görürler, problemler havada asılı kalır. Aynı evin içinde yalnızlaşmayı göze alırlar; ama kavgayı göze alamazlar.

Doğrucular; tartışmaktan kaçınmazlar. Tartışmada sorunun mutlaka çözülmesi gerektiğini düşünürler. Eşleriyle rakip değil; aynı takımın oyuncusu olduklarını bilirler. Uçucu ebeveynlerle büyüdükleri için ilişkilerinde dikkatlidirler.

Uçucular; çok kolay gerilim oluşturabilirler. Onlara yanıcı model de diyebiliriz. Dalga geçmeyi iyi bilirler. Kavga etmekten hoşlanır görünürler; ama her an kontrolünü kaybedebilen tartışmacılardır.

Düşmanlar; karşı tarafı düşman olarak görürler. Uçucular kadar gergin tartışma yapmayabilirler; ama karşı tarafın ne dediği umurlarında değildir. Meselelere kibirle yaklaşırlar. Onlarla uzlaşmaya varılması -neredeyse- imkânsızdır.

“Allah’a ve ahiret gününe inanan ya hayır söylesin ya da sussun.” Hadisi ışığında hareket etmek kolay değil elbette. Özellikle öfke anlarında susabilmek, ciddi bir irade gerektiriyor. Kötü konuştuktan sonra “dilim tutulsaydı da…” diyeceğimize, Peygamberimizin sözüne baştan uymak en iyisi.

Birbirini Suçlamanın Kimseye Faydası Yok

Lerner, gerilim anlarındaki erkek ve kadın rollerinin resmini çok iyi çiziyor aslında: “Kadın hızla tepki verir, yakınlık ve birliktelikle sığınak arar. Duygularını paylaşır ve erkeğin de aynı şekilde davranmasını ister. Erkekse, kadına kabul edilemez gelen bir tarzda mantıklı davranır. Böylece kadın daha çok izler, adamın ne düşündüğünü ve ne hissettiğini daha çok bilmek ister ve erkek daha da uzaklaşır. Erkek uzaklaştıkça kadın daha çok izler ve kadın izledikçe erkek daha da uzaklaşır. Kadın erkeği soğuk, tepkisiz ve insanlık dışı olmakla suçlar. Adamsa kadını zorlayıcı, isterik ve denetimci olmakla.” Çünkü kadın genelde duygularını paylaşıp bağ kurmaya çalışan duygusal takipçi, erkekse huzursuzluklarını kendi içinde ve mantıkla çözmeye çalışan duygusal mesafe koyucu konumunda. Takipçi yani kadın, erkeği izlemeyi bıraktığında, eşinin neyi niye yapıp yapmadığına odaklanmadığında ve kendi içine yöneldiğinde bu döngü kırılır. Bunun yanında mesafe koyucu yani erkek de yakınlık isteğini kabullenmeye başlayarak ve duygusal sorumluluğunu üstlenerek bu kırılıma ortak olur.

Biri Bizi Gözetliyor

Tartışırken yaptığımız yanlışları, klişelerimizi fark edelim ki onları doğruya çevirmemiz mümkün olabilsin. Efendimiz, bir Müslümanın üç günden fazla küs kalmaması gerektiğini ifade ediyor. Dolayısıyla uzun süren kırgınlıklar güzel bir şey olmadığı gibi tam tersine ilişkiyi çok zedeliyor. Çift terapisti John Gottman, tartışma sonrası kırgınlık varsa en az 20 dakika en fazla 24 saat ayrı kalmayı tavsiye ediyor. Küsmemek için kendimizi nasıl sakinleştireceğimizi, duygularımızı nasıl yönetebileceğimizi bilmemiz gerekiyor. İlişkime zararı olan öfke benim için daha da zararlı. Çünkü ortak bir hesabımız var. O hesaptan para eksilince sadece benim eşimden değil benden de para gitmiş oluyor. Kavga anında odadaki şeytanı görmekte de fayda var.

O an belki bacak bacak üstüne atmış kahkahalarla gülüyor, çok mutlu ve keyifli; “Oh! diyor. Benim bunlara bir şey dememe gerek yok. Basit bir mevzudan yola çıkıp neler neler söylediler birbirlerine?” diyor ve en çok hoşlandığı şeyi yani, “eşlerin arasını açma” konulu filmini izliyor.

İlk Üç Dakikaya Dikkat

Her ilişkinin kendine has bir kimyası var. Her ilişki “biricik” olduğu gibi onun tartışma üslubu, adabı, dozu da birbirinden oldukça farklı. Gottman, tartışmanın ilk üç dakikasının hem ilişkinin hem tartışmanın gidişatı hakkında ciddi bir bilgi verdiğini düşünüyor. Ona göre çatışmaktan ziyade onarım çabası göstermemekten korkmak gerek. Bir anda eşimiz bir yerini kırsa o anda ne yaparız? Her şeyi unuturuz, yarasını sarmaya çalışır, doktora götürür onu onarmak için bir şeyler yaparız. Ama biz tartışırken, orantısız tepki gösterirken, ağır sözler sarf ederken, aşağılayıp suçlarken de aslında eşimizin kalbini, ruhunu kanatıyoruz. Kemikleri yerine kalbi kırıldığında da bunu fark etmek ve aynı şekilde onarım çabasına girmemiz gerekiyor.

Gottman’a göre ilişkilerde onarım çabasındaki altın oran 1/5. Yani bir negatif etkileşime karşılık beş tane pozitif etkileşim yaparak tartışmayı kazanca bile çevirmek mümkün. Kayıtsız kalma, alay etme, küçümseme gibi davranışlar negatif etkileşime; gülümseme, dokunma, hata payını üstlenme, özür dileme gibi eylemler de pozitif etkileşime örnek gösterilebilir. Tabi her ikisi için örnekler oldukça fazla. İlişkide pozitif oranın yüksek olması kadar gerçekçi olması da önemli. Bir kabahati tamir edeyim derken abartılı iltifat ve haddinden fazla şeyler yapmak değil, “ben bir hata yaptım” deyip gerçekçi bir tamir yolu takip edilmesi kastımız. Atılan adımlara genellikle ya pozitif karşılık veririz ya çabayı tamamen geri çevirip olumsuz tavır sergileriz ya da zıddına hareket edip intikam alma yöntemini seçeriz. Fakat unutmamak gerekir ki her adım ortak ilişki bankasına yapılan yatırımlardır aslında.

Ben Mi Sen Mi?

Tartışmada, “Ben şu konuda şunu hissediyorum ve şuna ihtiyacım var.” gibi öznesi “ben” olan cümleler kullanmak gerekir. “Sen” özneli, itham edici, yargılayıcı cümleler münakaşa esnasında muhatabımıza yetersizlik hissettirir ve bu hisle kimseyi yeterli hâle getiremeyiz. Ayrıca kendimizi dürüstçe ve net bir biçimde ifade etmek zorundayız. Zira kimse kalbimizdeki hisleri ve aklımızdaki düşünceleri deşifre etme imkânına sahip değil. Kaldı ki böyle bir sorumluluğu da yok. Fakat dürüst olmak, “Sana yalan söylemiyorum, ne hissediyorsam onu söylüyorum.” diyerek acıtmak demek değil elbette. Her paylaştığımız doğru olmalı; ama aklımızdan geçen her düşünceyi duygularımıza yenik düşüp paylaşmamalıyız. “Gerçek pehlivan güreşte insanları yenen değil, öfke anında kendisine hâkim olandır.” buyuran Peygamber Efendimiz gibi öfke anında biraz geri çekilmek, kendine ve karşındakine zaman tanımak, mekân veya pozisyon değiştirmek gibi bazı davranışlar, bizi sinir harbi yaşamaktan koruyabilir. Konuşurken, çatışırken kötü söz söylemek zorunda değiliz. Hakaret etmeden, karşımızdakini rencide etmeden, küçümsemeden ve onun fikrini kötülemeden de tartışmayı başarabiliriz. Elbette kendime ve fikrime güveniyorsam, kompleks sahibi değilsem bu mümkün olabilir.

Çok güzel bir amaca hizmet etmek için ve iyi niyetlerle tartışmaya başlayabiliriz. Hatta dünyanın en mantıklı fikirlerinden birini savunuyor da olabiliriz. Anlattığımız şeyin doğruluğu kadar, anlatma biçimimizin, zamanlamamızın, adabımızın, üslubumuzun da doğruluğu önemli. Dünyanın en doğru şeyi; Allah’a imanı bile yaralayan cümlelerle, bir insana hakaret ederek anlatamazsınız. Bu sebeple belki çok ibadet ehli olabiliriz, dışarıdan bir insan bize baktığında Allah’ı hatırlatan bir çehremiz olabilir, dini konularda bilgi paylaşan konumda bile olabiliriz. Fakat sıra ailemize geldiği zaman, eşini ve çocuklarını en kaba sözlere muhatap eden, sürekli olarak aşağılayan ya da onları umursamayan, dinlemeyen; onlar konuşurken sürekli telefonuna bakan bir insana dönüşebiliriz. Bu durumda kibir her yanımızı sarmış demektir. Ve bir insan, kibir sahibi olduğu kadar Allah’tan ve cennetten uzaklaşır.

Kısacası tartışmayı öğrenmezsek sadece mutsuz evliliklerimiz olmayacak; aynı zamanda kemalâtımıza vesile olabilecek, bizi tamamlayacak eşlerimize olan davranışlarımız sebebiyle -Allah korusun- öteki dünyamızı da tehlikeye atmış olacağız. Dahası bizim yanlışımızın bedelini, bizi örnek alan evlatlarımız da ödeyecek. Kardeş kavgalarında eşimizle çatışmalarımızı taklit eden çocuklarımıza, ileride eşleriyle nasıl konuşulamayacağını da ezberletmiş olacağız. O yüzden kendisinin ve ailesinin değerinin farkında, onların her birinin Allah’ın sanatı olduklarının bilincinde olarak hareket edeceğiz. Meşhur sanat eserlerine zarar verenleri barbarlıkla suçlarken, onlara benzememek için elimizden geleni yapacağız. Kısacası ya hayırla ya kavlileyyin ile kendi hakikatimizi ifade etmekten çekinmeyeceğiz ya da susacağız.

Haber bültenine abone olun.

En son haberler, teklifler ve özel duyurulardan haberdar olmak için.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu yazınız
Lütfen isminizi yazın

Bu hafta en çok okunanlar