Elif Nesibe Temiz
Ebeveynler/büyükler olarak asimile olmakla entegre olmak arasından gidip gelirken, farklı coğrafyalarda tutunabilmeye çabalarken; çevre edinmekle, yeni bir dil öğrenmekle cebelleşirken; bazen aynı dertlerle, üstelik çok daha erken dönemlerde baş etmek zorunda kalan gençlerimizin duygularını gözden kaçırabiliyoruz ne yazık ki! Hâlbuki bu ortak dertlerimiz, onlarla daha derin ve kuvvetli bağlar kurabilmek için büyük bir fırsata olarak değerlendirilebilir.
Bu sayımızın kapak dosyasını süsleyen gençlerin her biri, hayat tecrübeleriyle bugüne kadar söylediğimiz şeylerin yaşayan birer örneği oldular adeta. Kendisine ve sahip olduğu değerlere saygı duyan; sınırlarını çizebilen, gerektiğinde muhatabına hayır diyebilen; zaman zaman bocalasa da ibadet sorumluluğunu kazanmayı başarmış, yabancı bir ülkede çift kimlikle de var olunabileceğini ispatlamaya gayret eden hâlleri ve daha önemlisi vicdan ve iradelerinin hakkını verme çabaları bunun en bariz ispatı!
Mesleğini eline almış, yuvasını kurmuş, çoluğa-çocuğa karışmış biz büyükler, ister anne-baba ister abi-abla olalım, mümkünse her konuda yorum yapmayı, her probleme uygun bir tavsiye vermeyi pek severiz. Hele karşımızda bizden yaşça genç bir muhatabımız varsa, “Ben senin yaşındayken…” girizgâhıyla başladığımız veciz örneklerin ardı arkası kesilmez. Aslında gençlerin pek de sevmediği bir yanımızdır bu. Gençler deyip durduğuma aldanıp beni anılarıyla yaşayan bir ihtiyar sanmayın sakın! Ama zaman, eskilerin de dediği gibi, çok değişti; devir başkalaştı. Artık bırakın uzun uzun yılları; hepi topu birkaç sene bile nesilleri farklılaştırabiliyor. Bizim, nüfusunun büyük çoğunluğu Müslümanlardan oluşan, kültürel de olsa herkesin dinî ritüellerini yerine getirmeye çalıştığı coğrafyalarda yaşadıklarımızla; bugün, yurt dışında, azınlık psikolojisiyle kendi kimliğini kurmaya/korumaya çalışan gençlerin tecrübeleri arasında oldukça büyük farklar var.
Elbette biz de günlük güneşlik, bir eli yağda bir eli balda geçirmedik lise ve üniversite yıllarımızı. Bizim de dertlerimiz, sıkıntılarımız vardı. Sadece imtihanlarımız da lütuflarımız da bugünkü nesillerle kıyaslandığında epey farklıydı. Zira kabul etmekte zorlansak da bugünün gençleriyle ayrı dünyaların insanlarıyız. Bugün, eğitim yıllarını geride bırakmış insanlar olarak, okul kapısının ardında neler yaşandığıyla ilgili pek bir fikrimizin olmadığı aşikâr! Dahası da var: Azınlık olunan bir toplumda, “herkesten farklı” olmaya çalışmanın kimi zaman ne kadar yorucu olduğunu anlamamız da zor. Özellikle de aktif bir çalışma hayatımız yahut eğitim sürecimiz yoksa yaşadığımız ülkede.
Çocuklarımızın, kardeşlerimizin ya da yeğenlerimizin eğitim ortamlarında, arkadaşlarıyla birlikteyken neler yaşadıklarını, ancak onların anlattıkları kadarıyla bilebiliyoruz. Tabi onları kaygılarımızdan, korkularımızdan, yargılarımızdan sıyrılarak etkin bir şekilde dinleyebiliyorsak! Ne yazık ki, genelde onlar bize bir şey anlatırken çoğu kez “ne olduğuyla” alakadar olmaktan, “nasıl hissettikleriyle” ilgilenmemiz gerektiğini unutuyoruz. Kim bilir, belki onlar da bizim kaygılı dinleyişlerimiz sebebiyle, kendi içlerinde saklıyorlar ruh dünyalarında kopan fırtınaları!
Gönül ister ki her biri, yabancı bir ülkede asimile olmakla entegre olmak arasında yaşadıkları gelgitleri, yol ayrımlarındaki dalgalanmaları bizim yargısız, ithamsız, dayatmasız limanımızda sükûnetle çözebilseler. Bizleri, doğru ya da yanlış, yapmış oldukları her şeye rağmen kendilerini sarabilecek emniyetli bir kucak olarak görebilseler. Sanırım bu huzurlu kucağı hazırlayabilmemiz için öncelikle kendi dünyamızın derinliklerinde bir yerlerde, o tılsımlı sükûneti yakalamamız gerekiyor.
Ebeveynler/büyükler olarak asimile olmakla entegre olmak arasından gidip gelirken, farklı coğrafyalarda tutunabilmeye çabalarken; çevre edinmekle, yeni bir dil öğrenmekle cebelleşirken; bazen aynı dertlerle, üstelik çok daha erken dönemlerde baş etmek zorunda kalan gençlerimizin duygularını gözden kaçırabiliyoruz ne yazık ki! Hâlbuki bu ortak dertlerimiz, onlarla daha derin ve kuvvetli bağlar kurabilmek için büyük bir fırsat olarak değerlendirilebilir. “Ben de bocalıyorum! Ben de korkuyorum zaman zaman.” demek, biz büyüklerin de mükemmel olmadığını gösteren, üstelik gençlere de “Yalnız değilmişim.” dedirten rahatlatıcı bir etki yaratabilir. İmtihanları lütfa çevirmek; “çokluk” içinde fark edemediğimiz “biricikliğimizi” keşif adına yol gösterici bir pusulaya dönüşebilir.
Gariptir ki, bu dosyada daha önce hazırladığım bütün kapak konularının birleşimini bulduğum hissine kapıldım. Hatırlayanlarınız olacaktır. “Mahremiyet Eğitiminde Vize Şart” manşetli dosyamızda, bir çocuğa öz saygı ve sinir kavramlarının öğretilmesinin öneminden söz etmiştik. Hatta bu konuda ebeveynlere bir yol haritası da çizmeye çalışmıştık. “Bu Çocuklar İbadeti Nasıl Sevecek?” kapağımızdaysa üzerine basa basa “Çocuğun dinî değerlerle tanışma ve onları uygulama yaşı, dozuna uygun olmak kaydıyla, ne kadar küçük olursa o kadar faydalı olur! Tohumlar güzel atılırsa, ağır ve emin adımlarla gübrelenirse ağaç, vakti geldiğinde çok güzel yeşerir.” demiştik. “Amerika’da Misafir Değil, Ev Sahibi Olmayı Seçtim” yazımızdaysa Dr. Şeyma Arslan, hayat hikâyesiyle bizlere, yabancı bir ülkede kendi kimliğini koruyarak nasıl yerli olunabileceğine dair yol göstermişti.
İşte bu sayımızın kapak dosyasını süsleyen gençlerin her biri, hayat tecrübeleriyle bugüne kadar söylediğimiz şeylerin yaşayan birer örneği oldular âdeta. Kendisine ve sahip olduğu değerlere saygı duyan, sınırlarını çizebilen, gerektiğinde muhatabına hayır diyebilen; zaman zaman bocalasa da ibadet sorumluluğunu kazanmayı başarmış, yabancı bir ülkede çift kimlikle de var olunabileceğini ispatlamaya gayret eden hâlleri ve daha önemlisi vicdan ve iradelerinin hakkını verme çabaları bunun en bariz ispatı!
Vaktiyle atılan tohumların meyveli ağaçlara dönmüş olmasını görmek; iklim koşullarına, rüzgâra, kuraklığa direnen meyveler gibi her birinin kendi çatışmalarıyla nasıl yüzleşebildiklerini dinlemek benim için güzel bir keşifti. Bu iç serinliğinden mahrum kalmayın; bu çağda “dışarıda” Müslüman bir genç olmanın ne demek olduğunu bizzat kendilerinden dinleyin diye mikrofonu onlara bıraktım bu kez. Böylece etkin dinlemenin canlı bir örneği olsun istedim kapak dosyamız. Hepsini samimi arayışları, çatışmaları, çözümlemeleri ve dahası gayretleri için gönülden tebrik ediyorum. Kıymetli farkındalıklarını çekinmeden bizimle paylaşma cesaretini gösterdikleri için de teşekkür ediyorum.
Bahar Yılmaz (17) – Yunanistan
Küçük yaşlardan itibaren namaz kılıyordum ama gerçekten Müslüman olduğumu farklı dinlerden insanlarla karşılaştığımda hissettim. Türkiye’de insanların çoğu Müslüman’dı. Herkes inanç açısından üç aşağı beş yukarı aynı olduğu için kendimi çok farklı hissetmiyordum. Yunanistan’a geldikten ve farklı insanları gözlemledikten sonra, dinim daha kıymetli göründü gözüme.
Özellikle tarih derslerinde Müslüman ve Türklere farklı bakıldığı için kendimi pek rahat hissedemedim. Bu rahatsızlık, kimliğimden utandığım için değildi. İyi ki Müslüman olarak doğmuşum dedim hep. Kendimi tanıtırken -sorulmadıkça- Müslüman kimliğimi ifade etmiyorum; bununla birlikte, yeri gelince tabi ki saklamadan söylüyorum. Genelde Ramazan ayında ya da arkadaşlarla bir yerlere gittiğimizde et yemeyince ortaya çıkıyor kimliğim. Zaten Türkiyeli olduğumu öğrenince doğrudan “Müslüman mısın?” diye soruyorlar çoğunlukla.
Anne-babam sürekli çalıştığı için onlardan ziyade anaokulunda öğrendim dinî bilgileri. Yine o yaşlarda bir vakitle namaza başladım ve her yıl bir vakit artırarak devam ettim. Bu şekilde yavaş ama emin adımlarla alışkanlık kazandığım için ibadetlerimi rahat oturttum. Zaten buraya geldikten sonra ibadetlerime verdiğim önem daha da arttı. Türkiye’de her yer cami ve mescit, namaz kılmak çok kolay. Buradaysa hayatınızı namazlara göre programlamanız gerekiyor.
Genel olarak Yunanistan’da insanlar dinî hayatıma ve görüşlerime çok saygılılar. Ben de açık görüşlü davranarak arkadaşlarımla daha iyi ilişkiler kurmaya gayret ediyorum. Müslümanlıkla ilgili sorular daha çok tarih derslerinde geliyor. Tarih öğretmenimiz bir gün, “Müslümanlıktaki cihat kavramını sen bize anlatır mısın?” dedi. Ben de derste arkadaşlarıma anlatabilmek için bu kavramı çok iyi araştırdım ve bu sayede kendim de öğrendim. Çünkü gerçekten de bilmiyormuşum anlamını. Cihadın aslında kan döküp savaş açmak değil; insanın parasıyla, malıyla, canıyla Allah yolunda hizmet edebilmek için kendi nefsiyle mücadele etmesi anlamına geldiğini öğrendim. Sanıldığı gibi ayrıştırmaktan ziyade birleştirici bir anlamı olduğunu da. Anlattıklarım arkadaşlarımın da hoşuna gitmiş olacak ki sonrasında hiçbir itiraz ya da eleştiri almadım.
Yunanistan bir Akdeniz ülkesi olduğundan hava oldukça sıcak. Kız arkadaşlarım bana kıyasla daha rahat kıyafetler giyiyorlar. Bir keresinde biri bana, “Terlemiyor musun, neden sürekli uzun kollu giyiyorsun?” diye sordu. Bazen de “Seninle plaja gitsek ne giyersin?” diyorlar, ben de “Üstümdekilerle gelirim.” deyip güldürüyorum onları.
Beyza Meryem Özbudak (17) – Amerika
Müslüman ve Türk bir anne-babanın ilk çocuğu olarak İngiltere’de doğdum ve 13 yıldır Amerika’da yaşıyorum. Bu yüzden kendimi Türk ve Amerikalı olarak görüyorum. Konuşmayı öğrendiğim ilk dil Türkçe olmasına rağmen, günlük hayatta ana dilim olarak gördüğüm İngilizceyi tercih ediyorum. Böyle bir geçmişim olduğu için her iki kültürle büyüdüğümü düşünüyorum. Bunu, hiçbir zaman negatif veya farklı bir şey olarak görmedim. Tam tersine, her iki kültürün de yanlış ve komik yanlarını görüp espri yapmak hoşuma gidiyor!
Etrafımızda bize benzeyen çok fazla insan olmamasına rağmen Müslüman olarak yetişmek bana hep doğal geldi. Anne ve babamın İslamiyet’i yaşayarak bize öğretmeye çalışması bunu kolaylaştırdı. Küçük yaşlardayken New York’ta yaşıyordum ve orada çok fazla farklı dil ve ırktan insan bulunduğu için azınlık olmak benim için problem değildi. İlkokuldayken en çok dikkat etmem gereken şey, bize dışarıda verilen yiyeceklerin caiz olup olmadığıydı ve bu da çok zor bir şey değildi.
Yedinci sınıftayken Ohio’ya taşındık. Buradaki yaşıtlarım ise benden çok daha farklı, çok daha kısa ve gösterişli kıyafetler giyiyordu. Yaşadığımız yerde genelde insanların kökenleri İrlanda ve Almanya’ya dayandığından, çoğu sarışın ve renkli gözlü! Kısacası bana benzeyen hiç kimse yok! Küçük bir şehirde yaşadığım için arkadaşlarımın çoğu neredeyse ilkokuldan beri birbirlerini tanıyor. Hâl böyle olunca, dışarıdan gelen yeni biri hemen fark ediliyor. Okulumuzda bildiğim kadarıyla ben ve iki kardeşim dışında Müslüman yok. Herkes ya Hristiyan ya da ateist. Küçük bir şehrin fanusunda yetişmiş gibiler ve büyük ihtimalle hayatlarında muhatap oldukları ilk Müslüman arkadaşları biziz.
Bahsettiğim azınlık psikolojisi ve ergenliğin getirdiği güven eksikliğiyle, zaman zaman, keşke etrafımda bana benzeyen daha fazla kimse olsaydı dediğim oldu. Şu anda lise üçteyim; Amerikalı çok iyi arkadaşlarım var, ama yine de yakınımda Türk ve Müslüman arkadaşlarımın olmasını istiyorum. Benden farklı arkadaşlarımın olması çok değerli bir şey, bununla birlikte insanın aidiyet duygusunu hissetmesi için kendine daha yakın gördüğü insanlara da ihtiyacı var.
İlkokuldan beri okula giderken oruç tutuyorum. Elhamdülillah, oruç tutmak hiçbir zaman benim için zor olmadı. Öğle yemeği teneffüsünde kitap okuyorum ve arkadaşlarıma rahatlıkla oruçlu olduğumu söylüyorum. Başkalarının oruç tutmuyor olması ya da Müslüman olmamaları yetiştiğim inanç ve değerlerden dolayı beni rahatsız etmiyor. Namazlarımı yetişebildiğim için genelde evde kılıyorum, okul sonrası bir aktiviteye katılmam gerekirse okulda kılıyorum. O günler, tek kişilik tuvalette abdest alıp bana tahsis edilen bir odada namazımı kılabiliyorum. Ama aslında karakterim ve yapımdan dolayı bunu yapmak benim için o kadar kolay olmuyor. Titiz, planlı ve fazla düşünen biriyim. Bu sebeple okulda abdest alma düşüncesi bile beni çok kaygılandırıyor. Geçtiğimiz yıllarda daha endişeliydim; abdest alırken biri girip tuhaf karşılarsa diye korkuyordum. Bu sene ya kardeşlerim de okulda benimle namaz kıldığı ya da olgunlaştığım için daha rahatım.
Lise birinci sınıftan beri başörtülüyüm. Okulumda tek başörtülü olacağımı hatta belki de o okulun gelmiş geçmiş bütün öğrencileri arasında ilk olacağımı bilmeme rağmen bu kararı aldım ve çok şükür başardım. Örtünmeden önce giydiklerime dikkat etmeye başladım, karakterimin iffetli oluşu, Rabbime verdiğim sözler, dinî bilgim ve iyi yaşayan bir Müslüman olma isteğim işimi kolaylaştırdı.
Benden iki yıl sonra kız kardeşimin de örtünüp aynı okula gelmiş olması beni çok mutlu etti. Artık okulda iki başörtülüyüz. İlk günler ne kadar gergin, heyecanlı ve stresli olduğumu hâlâ hatırlıyorum. Ama zamanla alıştım. Bunda kimsenin bana kötü davranmaması ya da kötü söz söylememesinin de payı büyük. Dinim için yaşadığım tüm zorluklar imanımın güçlenmesine vesile oldu. Bunun için de şükrediyorum.
Emre Çağlar (17) – Japonya
Azınlık olduğunuz bir ülkede Müslüman olmak kolay değil! Japonya’da yaşayan bir Müslüman olarak karşılaştığım bazı zorluklar var. Mesela dışarıdayken namaz kılacak bir yer ya da yiyecek helal bir şeyler bulabilmek. 125 milyon nüfuslu Japonya’da, 200 bin kadar Müslüman var. Bu sebeple Müslüman arkadaşım oldukça az. Ama size yaşadığım özel bir olaydan bahsetmek istiyorum.
Buradaki arkadaşlarımın çoğu dünyanın farklı yerlerinden gelmişler ve çeşit çeşit dinlere mensuplar. Ramazan Ayı’nda ilginç bir şey yapmak istediler: Bizimle bir ay boyunca oruç tutmak! İlk başta şaka yaptıklarını sandık. Ramazan’ın ilk birkaç günü gerçekten oruç tuttuklarında ne kadar ciddi olduklarını anladık. Bir gün bir arkadaşımız çok susadığını ve su içmek istediğini söyledi. Biz de ona içmesini tavsiye ettik. Çünkü bayılacak gibi görünüyordu. Zaten Müslüman olmadığı için orucunu bozması önemli değildir herhâlde, diye düşündük. Ama o kabul etmedi ve bütün günü oruçlu tamamladı! Ramazan’ın en komik ve zevkli kısımlarıysa sahurlardı. Bir Instagram grubu kurduk ve saat üçte mesajlar atarak birbirimizi uyandırdık.
İşte böyle karşılıklı saygı, anlayış ve paylaşımın olduğu anlar, benim dinimi daha çok sevmeme sebep oluyor. Müslüman olmayan arkadaşlarımı bana ait değerler için gayret ederken görmek, benim Müslüman bir genç olarak gayretime gayret katıyor. Yabancı ve farklı bir ülkede yaşamak her ne kadar zor görünse de böyle anlayışlı arkadaşların olunca kendini değerlerinden çok da uzak hissetmiyorsun.
Fatih Kurt (20) – Amerika
İlkokula kadar daha çok anne-babamın yönlendirmesiyle öğrendim dinimi. Sağ olsunlar, benim için çok güzel örneklerdi. Bu yüzden ilkokuldaki Din Kültürü derslerinin en başarılı öğrencisi bendim.
Anaokulu yaşlarında, hafta sonları bir grup arkadaş bir araya geliyorduk. Okula gitmeden önce bu sayede Kur’an okumayı öğrendim ve ortaokulda da arkadaşlarıma öğrenmeleri konusunda yardımcı olabildim. Namaza gelince, 6. sınıfa kadar anne-babamın teşviki ve hatırlatmasıyla kılıyordum. Kıldığımda da iyi hissediyordum. Sonrasında namazlarıma kendim dikkat etmeye başladım. Sadece sabah namazlarına yine ailem kaldırıyordu. Oruca ise tekne orucuyla başladım her çocuk gibi. Tüm gün oruç tutmamsa ortaokulu buldu.
Dinî bilgileri ve ibadet etmeyi sonradan öğrenmenin çok zor olduğunu arkadaşlarımda gördüm. Ben onlardan daha kolay geçtim öğrenme ve alışma süreçlerini. Bunu da anne ve babamın beni küçük yaşta doğru yönlendirmesine borçluyum.
Dinin gereklerini, nedenini, niçinini sorgulamamsa on birinci sınıfta başladı. Bu zamana kadar ibadete bakış açım “gereklilik” üzerineydi. İbadetlerin nasıl olması gerektiğini öğrenmiştim o yaşa kadar, ama neden ibadet etmemiz gerektiğiyle ilgili konuşmalar olmuyordu etrafımda.
Amerika’ya ilk geldiğimiz dönemlerde anne-babamın yeni bir ülkeye alışma dönemi dinî hayatımı biraz sekteye uğrattı. Sonrasında eleştirel düşünme dönemim başladı. Soru sorduğum insanların verdiği kaliteli cevaplar ve hemen cevaplandırmak yerine beni araştırmaya yönlendirmeleri bu süreçte bana çok yardımcı oldu. İlk sorularım pasif agresifti daha çok. Öğrenmeye başladıkça sorgulama sürecim daha çok manayı anlamaya yöneldi.
Ortaokuldaki arkadaş çevrem, dinî hayatımı sorgulamak yerine teşvik ediciydi. Lisedeyse okuldaki üç Türk’ten birisiydim. Birisi bana yemek ikram etmedikçe kimse bilmiyordu Müslüman olduğumu. Çok arkadaşım yoktu okulda. Dil bilmiyordum ve kendimi istediğim gibi ifade edemiyordum. Namazıma, orucuma devam ettim ama manevi anlamda bir gelişme yaşayamıyordum. Bana Müslüman olduğum için sorulan meraklı sorulara cevap verebilmek için dinî terminolojiyi öğrenmeye başladım. Kız arkadaşlarımdan bakışlarımı kaçırmayı da lise yıllarında öğrendim diyebilirim.
Burada, kaldığım ev ortamından da bahsetmek istiyorum. Evimizde farklı dinlere mensup toplam on dört arkadaş kalıyoruz. Pazar günleri herkesin katılması gereken bir toplantımız oluyor. Bu toplantıda bir araya gelip muhabbet ediyoruz. Genellikle öğrencilerden birinin önderliğinde önce bir nefes terapisi ya da meditasyon yaparak başlıyoruz. Sonrasında genellikle inanç sistemlerimizle alakalı konular konuşuyoruz. Bu konuları konuşmak birbirimizi daha iyi anlamamızı sağlıyor. Bu toplantılar sayesinde kendimi bir yere ait ve sesi duyulan biri olarak hissediyorum.
Genel olarak bulunduğum ortama uyum sağlamak istiyorum ama bunu yaparken dinin ruhunu kaybeder miyim diye de korkuyorum. Hayatımın hangi aşamasında olursam olayım, nerede yaşarsam yaşayayım bırakamayacağım değerlerim var, ama bulunduğum ülkeye de aidiyet taşımak istiyorum. Bu ikisinin arasında bir denge tutturmaya çalışıyorum. Beni ben yapan şeylerin çoğu, onların attığı tohumların yeşermesi sayesinde. Mesela şu an üniversitede yanımda değiller, ama onlar yanımdaymış gibi hareket ediyorum. Sınırsız bir özgürlüğüm yok ve bundan son derece memnunum!
Hubeyb Polat (18) – Amerika
Dinin kesin kurallarını uygulama konusunda bir sıkıntım olmuyor genelde. Ama ucu açık, yoruma dayalı konularda ne yapmam gerektiği konusunda kararsız kalabiliyorum. Kurallar net olduğunda sabredecek gücü kendimde bulabiliyorum. Emin olmadığım konularda, sırf ihtiyatlı olmak adına, sabretmek beni daha fazla zorluyor. Mesela yeme-içme konularında çok fazla farklı görüş var ve bu benim kafamı karıştırıyor. “Bu yaptığım fedakârlık doğru bir fedakârlık mı?” diye düşünebiliyorum bazen.
Söz gelimi namaz kılmak, arkadaşlarla dışarıdayken ya da çok uygun olmayan yerlerde zor gelebiliyor nefsime. “Allah beni izliyor!” düşüncesi olmadan yaşarsa bir insan, sınırları aşmaya çağıran pek çok şey varsa etrafta, Allah’la arana mesafe giriyor. Namazların aksayabiliyor, harama daha çok yaklaşabiliyorsun.
Gözünü çevirmek için de motivasyonun olması gerekiyor. Allah’tan korkmak, onu daha iyi tanımak, onun senden yapmanı ve yapmamanı istediği şeyleri öğrenmek lazım. Yoksa kayma, en küçük şeylerde bile mümkün. Karşı cinsten birisi bana çıkma teklif ettiğinde, “Hayır, teşekkür ederim.” demem yeterli oluyor. Daha detaylı bir açıklama yapmam gerekiyorsa Müslüman olduğumu ve değerlerimi ifade ediyorum. Tabi ki benim de duygularım, isteklerim var, ama onlara karşı sabrım ve iradem de var.
Ortaokulda, dört yıl kadar Müslümanların olduğu bir ortamda yatılı kaldım. Ailem de dinimi daha iyi öğrenip yaşamam için göndermişti beni oraya. Ama aile ortamında öğrendiğim değerlerle kıyaslayınca çok farklıydı oradaki arkadaşlarımın yargıları. Neredeyse siyah ve beyaz kadar! Gündemleri, oyunları, konuşma üslupları… O yaştaki çocuklara hiç uygun değildi. Altıncı sınıftayken oraya gitmemek için ağladığım çok oldu. Ortamdaki sorunlardan bahsetmek ispiyonculuk olur gibi geliyordu. O yüzden aileme anlatmaktan çekinmiştim. Haberleri olmadığı için müdahale edemediler maalesef. Lisede kendi dinimi kendim öğrenmek zorunda kaldım. Allah’tan öncesinde ailemden aldığım terbiye vardı. Şanslıydım bu konuda.
Şu anda lisedeyim ve yabancı arkadaşlarımla ortak noktalar bulma konusunda zorlanıyorum. Birlikteliklerim daha yüzeysel oluyor doğal olarak. Çünkü din, bizim hayatımızın her yerinde. Ama onlarla birlikteyken dinimi yaşamak adına bir zorluk çekmiyorum. Hepsini kafamda farklı kabul ettiğim için onlardan negatif etkilenmem de söz konusu olmuyor. Zaten bana ve prensiplerime saygı duyuyorlar; bir kimlik sahibi olduğum için takdir ediyorlar. Hassas olduğum konularda asla rahatsız etmiyorlar. Ben de onların muhabbeti bana göre olmadığında bir bahaneyle ortamı değiştiriyorum. “Ben iyi bir insan olursam onlar da fark eder bunu inşallah.” diye düşünüyorum.
Aslında benimle aynı dinî hassasiyete sahip olmayan Türk ve Müslüman arkadaşlarımın arasında daha çok zorlanıyorum. “Kimse umursamıyor, neden ben umursayayım? Köyün delisi ben miyim?” gibi düşünceler zihnimi kemirebiliyor. Birlikte vakit geçireceğim insanları doğru seçmeye çalışıyorum, çünkü insan arkadaşına benziyor bir süre sonra. Ama Türk arkadaşlarımın arasında, “Bu pek dindar.” gibi yadırgandığım daha çok oluyor. Bu sebeple bazen yalnız kalabiliyorum.
Murat Davraz (22) – Avustralya
Avustralya’ya ilk gelişimde Müslüman biri olarak burada bulunmak çok zor gelmişti. İlk birkaç sene çok zorlandım. Hâlâ zorlanıyorum, ama bu zorlukla başa çıkmaktan başka bir çarem yok; Müslüman olmak bunu gerektiriyor.
Türkiye’den buraya ilk geldiğimde beni daha iyi bir Müslüman olmam konusunda teşvik edecek pek kimsem yoktu etrafımda. Bu yüzden Türkiye’de beş vakit namazımı düzenli olarak kılmama rağmen, on altı yaşında Avustralya’da önce namazlarım düzensizleşmeye başladı. Bir müddet sonra da namazı tamamen bıraktım. Okulda cuma namazı için toplanılırdı; nadiren giderdim. Okul olmadığı zamanlarda ise cuma namazına hiç gitmezdim. Namaz kılmaya pek meyilli değildim. Ta ki, mezun olduktan sonra okuldan çok sevdiğim bir öğretmenimle alışveriş merkezinde karşılaşıncaya kadar.
O gün ayaküstü öğretmenimle biraz muhabbet ettik. Bana, “Arada ziyarete gel, en azından cuma namazlarına, nasıl olsa evin hemen okulun dibinde.” dedi. O gün tamam dedim ama sonra unuttum. Birkaç hafta gitmedim. Bir cuma günü aklıma geldi, “Bir seferlik gideyim.” dedim. Namaz kılıp geri döndüm. Bir sonraki hafta gitmedim. Ondan sonraki hafta gittim. Böyle biraz devam etti. Sonra her hafta gitmeye çalıştım hatta inat ettim denebilir. Ama kendim hâlâ evde namaz kılmıyordum. Her cuma çıkışından sonra kendi kendime söylenmeye ve kızmaya başladım: “Bugün namazlarını kıl! Bak ikindinin vakti girecek, onu kılman lazım.” diye. Kaç hafta böyle geçti ben de bilmiyorum. Sonradan ikindi namazımı kılmaya başladım, çok zorlanarak. Sanki gün boyu iş yapmışım da yorgunluktan ölüyormuşum gibi bir türlü kılmak istemiyordum. Hâlbuki namaz kılmak beş dakikamı alıyordu, abdest almaksa iki.
Şimdi, altı sene sonra, çok şükür ki günde beş vakit namazım neredeyse hiç aksamıyor. Günlerimi namazlarıma göre planlıyorum. Ne zaman namaz vakti giriyor, nereye yakın cami var, ona göre kendimi hazırlıyorum. Üniversitedeki ders programımı bile namazlarıma göre belirliyorum. Eğer aldığım bir ders namaz vaktine denk geliyorsa dersten izin isteyip namaz kılmaya gidiyorum. Hayatımı bu şekilde programlamaktan çok memnunum. Azmedip nefsimi yenmek çok ferahlatıcı bir duygu!
Rana Özçelik (18) – İsveç
Türkiye’de çoğunluk Müslüman olduğu için başörtünüzle bir yere giderken veya okulda arkadaşlarınızla bir şeyler yapmaya çalışırken, “İnsanlar beni aralarına alırlar mı? Dışlanır mıyım? Hakkımda ne düşünürler?” gibi sorular aklınıza gelmiyor. Fakat İsveç’teki sınıfımda sadece iki kişi başörtülü. Geri kalan herkes farklı dinlere mensup. Bu yüzden başlarda çok zorluk yaşadım.
Aslında inancımdan ötürü bir kompleks taşımıyorum. Bulunduğumuz coğrafyada İslamofobi yaygın olmasına rağmen, bu beni dış dünyadan izole etmiyor. Kimliğimi koruyarak da yabancı arkadaşlarımla diyalog kurabiliyorum. Mesela çoğu kişi kadınların temel haklardan mahrum olduğunu düşünüyor. Maalesef Müslüman ülkelerde bunu destekleyen negatif örnekler ziyadesiyle mevcut. Bu sebeple Müslüman kimliğimin ya da başörtümün sporla ilgilenmeme, bisiklet sürmeme engel olacağına inanan epey kişi oldu. Hatta çevremdeki kişiler başlarda benimle arkadaş olmaya çekindiler. Ben de onların arasına girmekten, “Hakkımda ne derler acaba?” diye düşündüğüm için çekindim. Fakat sonra başörtümün benim için bir engel olmadığını spor kulüplerine ve bisiklet turlarına katılarak gösterdim ve bu, yabancı arkadaşlarımın bana yakınlaşmasını sağladı.
Bir arkadaşım bana bir gün, “Başörtüsü takan insanlar hep zorla takıyor, çoğu yalan söylüyor, neden taktıklarını sorduğumuzda çoğundan sağlıklı cevaplar alamıyoruz, çoğu kişi neyi niye yaptığını bilmiyor.” gibi bir şeyler söylemişti. Ben de ona tepki vermeden nezaketle cevaplamaya çalıştım. Okulda yemeğe, dışarıda kafeye giderken davet ettim. Sonra arkadaşım bir gün dayanamadı, “Sana o kadar şey söyledim. Hiç alınmadın mı? Başkası olsa farklı şekilde tepki verebilirdi.” dedi. Ben de kendisine, düşüncelerinin kendisi ile arkadaşlık kurmamda bir problem oluşturmayacağını söyledim ve çok şaşırdı, sevindi. Bir süre sonra da düşünceleri değişti.
İnsanların verdiği tepkilerden, yaptığı eleştirilerden sonra hiç moralimi bozmadım. Acaba sürekli böyle şeyler yaşar mıyım, düşüncesinden kurtulmaya çalıştım. Tepkilerle, eleştirilerle karşılaştığımda insanlara sert reaksiyon vermemeyi öğrendim. Onların söylemlerinden dolayı da başımı açmayı veya ibadetlerimi aksatmayı düşünmedim, doğal hâlimi muhafaza ederek insanların beni olduğum gibi kabul etmelerini sağlamaya çalıştım.
Günlük hayata gelirsek kuzeyde bir ülkede yaşadığımız için namaz vakitleri çok dar. Bu yüzden dışarı çıkıyorsanız iki-üç vakit namazınızı dışarıda kılmanız gerekiyor, aksi taktirde en az birini kaçırma ihtimaliniz var. İlk zamanlarda namazlarımı hep arkadaşlarıma göstermeden kılmaya çabaladım. Arkadaşlarımla dışarı her çıkışımda durumumu açıklayarak, programımı namaz vakitlerine göre ayarlamaya çalıştım veya yanımda seccademi götürüp uygun bir yerde onlardan izin isteyip yanlarında namazımı kıldım. Başlarda garip karşılayabileceklerini düşünerek kaygılanmıştım fakat sonrasında, “Ben böyleyim ve insanlar beni bu şekilde kabul etmeli.” diyerek hareket ettim. Zaten onlar da “Siz Müslümanların beş vakit namaz kılması gerekiyor, sen de kılıyor musun?” gibi sorular sormaya başlamışlardı. Bunun üzerine ben de arkadaşlarımın namaz kıldığımı görmesinde, bilmesinde bir problem olmadığını düşündüm.
Hatta bir arkadaşım, birkaç defa ben namaz kılarken benimle gelip, namaz kılışımı izlemek istediğini; fakat kendisi erkek olduğu için bunun bir sakıncası olup olmadığını sordu. Ben de bunun bir problem olmadığını, gelebileceğini söyledim. Benimle gelip, namaz kılıncaya kadar beni bekledi ve izledi. Sonrasında, her ne kadar namaz kılmanın bir faydası olmadığını düşünse de beş vakit namaz kılmanın çok zor olduğunu ve başka şeyler yapabilecekken vaktimi namaza ayırıp inandığım Allah’a dua etmenin çok anlamlı olduğunu söyledi.
Reyhan Yaşar (25) – Kanada
Dört yıldır Kanada’da yaşıyorum. Buraya gelmeden önce yabancı bir ülkede yaşamayla ilgili epey önyargım vardı. Yirmi sene boyunca Müslüman toplumda yaşamış biri olarak bunların kafamdaki tek tipleşmiş düşünceler olduğunu bugün anlayabiliyorum. Bu önyargıların başında, buradaki insanların başörtümden dolayı, yalnızca Müslüman insanlarla samimiyet kuracağıma inanmaları, benimle çok yüzeysel bir ilişki kurmak isteyecekleri, çok radikal bir Müslüman olduğumu düşünüp sosyal ortamlarına beni fazla davet etmeyecekleri geliyordu. Bugün Kanada’da yaşadığın sürece başörtünle ilgili bir imtihan yaşadın mı diye sorsanız parmakla sayılamayacak kadar az şey anlatabilirim.
Sadece geldiğim ilk sene, servis elemanı olarak çalıştığım bir kahve dükkânında, bir müşteri gelip başörtüm için, “Kafandaki şey çok boş, inandığın peygamber yanlış peygamber.” demişti. O zaman aklımdan ilk şu düşünce geçmişti, “Acaba benim başımdaki şey onu neden bu kadar rahatsız ediyor? Hâlbuki gayrimüslim bir ülkede yaşayan bir başörtülü olarak tesettürüm beni onun kadar rahatsız etmiyor.”
O kafede çalıştığım müddetçe, insanları inceleme fırsatım oldu. Aslında kimse sizin dinî tercihinizle ya da yaşam biçiminizle ilgilenmiyordu bu ülkede. Bunu sürekli düşünen ve kafasında büyüten yine siz oluyordunuz bir bakıma.
Şu anda Katolik bir dil okulunda öğretmenim. Yine zihnimdeki önyargılar, iş görüşmesine giderken şunu söylüyordu: “Neden bir Müslüman öğretmeni kabul etsinler ki bu kadar adayın arasından?” Hâlbuki bana iş görüşmesinde gelen sorulardan biri şu oldu: “Katolik bir okulda çalışmakla ilgili kaygıların var mı? Varsa bizimle paylaşır mısın?” Şu anda çalıştığım binada, ibadet edebilmemiz için ayrılmış özel bir oda var. Bayram günlerimizde bizlere tanınmış izinlerimiz var. Ramazan’da, öğretmenlerin özellikle herkesin inancına saygı konusunu derslerde işlediklerine şahit oldum. Bayram süresince çalışan yabancı öğretmenler, özel günlerde Müslüman öğrencilerin geri kalmaması için yeni konulara geçmiyor ve varlıklarına müthiş bir saygı gösteriyorlar.
Kısacası, ben bu ülkede dinimi yaşamaktan, konuşmaktan çekinmiyor ve korkmuyorum. Hatta farklı olmak hoşuma bile gidiyor. Bunu bir zenginlik olarak görüyorum. Çünkü sizin dinî tercihleriniz, ırkınız, inançlarınız, Kanada’daki insanlar için kim olduğunuzu tanımlamıyor. Tam tersi, başkasının değerlerini derinlemesine sorgulamak bu kültürde çok yadırganıyor.