Erenlerin Hayatı: Fudayl bin İyâz

Hicretin 107. yılında doğdu. Baba tarafından Kufeli olduğu rivayet edilmiştir. Bir rivayete göre ise aslen Buharalıdır.

Fudayl, gençlik yıllarında Merv ile Ebîverd beldeleri arasında eşkıyalık yapan bir çetenin reisi idi. Ne var ki eşkıyalık yıllarında bile sağlam bir karaktere sahipti. Bir gün âşık olduğu cariyenin evine girmek üzere bahçe duvarına tırmandığı esnada içeriden bir Kur’an sesi duydu. Ayet meâlen şöyle diyordu: “İman edenlerin Allah’ı zikretme ve O’ndan inen Kur’an sebebiyle kalplerinin ürperme zamanı hâlâ gelmedi mi?” (Hadîd sûresi, 57/16) Duyduğu ayetten son derece etkilenen Fudayl, “Geldi ya Rabbi! O an geldi!” diyerek oradan ayrıldı. Yaptığı bütün hatalara tövbe ederek kendisini tamamen ibadete verdi.

Bir müddet sonra memleketinden ayrılarak Kûfe’ye yerleşti. Burada Ebû Hanîfe, Süfyân es-Sevrî ve A’meş gibi büyük âlimlerin meclislerine devam etti; otuz yıl ilim ve ibadetle meşgul oldu.

Bekkâîn (çok ağlayanlar) denilen sûfîlerin önde gelenlerinden olan Fudayl’ın, dünyaya dalıp kahkahalarla eğlendiğini gören olmadığı söylenir. O, ölümden, ahiret hesabından son derece korkar ve şöyle derdi: “İnsan ölümün ne olduğunu bir bilse hayatı bambaşka yaşardı.”

MÜ’MİN AZ KONUŞAN, ÇOK ÇALIŞANDIR

Fudayl, zahidane yaşamayı kanaat, kanaatkârlığı da zenginlik olarak görürdü. Mü’mini tarif ederken şöyle derdi: “Mü’min; az konuşan, çok çalışan, sözünde hikmet, sükûtunda düşünce, bakışında ibret, işinde iyilik bulunan kişidir.”

Kur’an’ı hüzünlü bir şekilde ve ağır ağır okurdu. Okunan âyetlerin anlamını düşündüğü zamanlarda bazen kendinden geçerdi. Fazla yemenin, fazla uyumanın ve fazla konuşmanın kalbi katılaştırdığını söylerdi. Hakk’a ulaşılabilmenin yolunun gönül zenginliği, temiz vicdan ve halka karşı beslenen samimiyetle olacağı kanaatindeydi.

ÂLİMLER, DEVLET ADAMLARINDAN UZAK DURMALI

Abid, zâhid ve âlimlerin devlet adamlarından uzak durmasını isterdi. Ona göre devlet adamlarıyla ilişki kurmayan bir kimse, geceleri namaz kılan, gündüzleri oruç tutan, hac, umre ve cihad yapan, ancak devlet adamlarına dost olan bir kimseden daha makbuldür. Nitekim kendisi de Halife Harun Reşîd ile görüşmek istememiş, halifenin ısrarı üzerine görüşmeyi kabul etmek zorunda kalınca sözünü çekinmeden söylemiş, halifenin kendisine verdiği hediyeleri de reddetmiştir.

Gerek sözleriyle gerekse yaşam tarzıyla sonraki sûfîler üzerinde derin etkiler bırakan Fudayl, hicri 187 yılında Mekke’de vefat etmiştir.

HİKMETLİ SÖZLER

“Bir kimse, Allah’tan başka kimseye ihtiyacı olmadığına inanırsa Allah da onu başkasına muhtaç etmez.” (Şems-i Tebrîzî)

TASAVVUF SÖZLÜĞÜ

Âlem-i Gayb ve Âlem-i Şehadet

Gözle görülmeyen ve zâhirî duyu organlarımızla hissedilmeyen âleme “gayb âlemi” denir. Görülmezlik ve duyulmazlığın değişik basamaklarında yerlerini alan ve farklı isimlerle anılan mânâ âlemi, ruh âlemi, misâl âlemi, berzah âlemi ve daha birçok âlem, hep bu gayb âlemi içinde yer alır.

Gözle görülebilen ve zâhir duyu organlarıyla hissedilebilen âleme ise “şehadet âlemi” denir. Halk âlemi, mülk âlemi, madde âlemi, cisim âlemi gibi değişik isimlerle anılan ne kadar âlem varsa, hemen hepsi bu âlemin içinde yer alır.

6 maddede dünya
Dünya kelimesinin anlamı

Dünya, Arapça’da “yakın olmak” anlamına gelen “dünüvv” kelimesinden türetilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de dünya hayatı anlatılırken, “yakın hayat” anlamına gelen “el-hayatü’d-dünya” tabiri kullanılır. Dünya hayatından sonraki yaşam için ise ahiret kelimesi kullanılır ki o da “sonraki hayat” anlamına gelmekte. Dünya kelimesinin “alçaklık, kötülük” manasındaki “denâet” kökünden geldiği de söylenir. Kur’an’da yeryüzü için “arz” kelimesi kullanılır.

Dünyanın hakikati

Bu dünya ebedi kalmak için yaratılmış bir menzil değildir; ancak Cenab-ı Hakk’ın ebedi olan cennetine davetli olan mahlûkatın toplanmaları için bir han, bir bekleme salonudur. Dünya, geçici bir ticarethane, her gün dolar-boşalır bir misafirhane, gelen-geçenlerin alışverişi için yol üstünde kurulmuş bir pazar, Nakkâş-ı Ezelî’nin sürekli yenilenen, hikmetle yazar-bozar bir defteri, ahiretin fidanlık bir bahçesi ve âlem-i bekada gösterilecek olan levhaları yetiştirmeye mahsus geçici bir tezgâhıdır.

Dünya ayrıca, yüz binlerce çeşit canlının meskeni, fabrikası, meşheri, mahşeridir. O, bu yönüyle bu kâinatın kalbi, merkezi, hülasası, neticesi ve yaratılış sebebidir ve öyle bir ehemmiyeti vardır ki, küçüklüğü ile beraber koca semavata denk tutulmuştur.

Dünyanın üç yüzü

Dünyanın üç yüzü vardır: Birinci yüzü, Cenab-ı Hakk’ın isimlerine bakar; onların nakışlarını, cilvelerini gösterir. Cenab-ı Hak namına o isimlerin tecellîlerini gösteren bir ayna mahiyetindedir.

İkinci yüzü, ahirete bakar; ahiretin tarlası hükmündedir. Cennetin mezrası, rahmetin çiçek bahçesidir. Burada ekilen tohumlar ahirette hasat edilir. Dünya hayatında yapılan iyilikler, sadakalar, namazlar, oruçlar, bu dünyada toprağa saçılan birer tohum gibidir; cennete girmek suretiyle hasadı yapılır. Aynı şekilde, yapılan her türlü kötülüğün hasadı ise cehenneme girmek şeklinde olur.

Üçüncü yüzü, insanın hevesatına bakar. Dünyaya dalan, ahireti, hesabı, kitabı unutan; gaflet perdesi altında gününü gün eden insanlar için dünya geçici bir oyun ve eğlence diyarıdır.

İman nuruyla dünyanın ilk iki yüzüne bakan insan için o manevi bir cennet gibi olur. Üçüncü yüzü ise dünyanın fena yüzüdür ki, zati ve ehemmiyetli bir kıymeti yoktur. Bu yönü itibariyle Allah katında bir sineğin kanadı kadar kıymeti yoktur.

Dünyayı kalben terk etmek

Mü’minin, lezzetleri zehirli bir bala benzeyen, ömrü kısa olup süratle zeval ve guruba giden dünyayı, kesben değil, kalben terk etmesi gerekir. Kalben terk etmenin manası dünyanın, onun umurunda olmamasıdır. Bütün dünya kendisinin olsa, katiyen küstahlığa, şımarıklığa, zihnî/fikrî/ruhî zehirlenmeye düşmemesidir. Bütün dünya elinden gitse, Hazreti Eyyûb gibi şöyle der; “Hamdolsun âlemlerin Rabbi O Allah’a ki, bir zaman verdi, vermekle imtihan etti, şimdi bir de almakla imtihan etti.”

İnsan, kalbini, ruhunu, hissini, dünyaya bağlarsa, -hafizanallah- o uğurda yapmayacağı canavarlık yoktur; asar, keser, öldürür. Dünyayı kalben terk edenler ise kendileri hakkındaki her türlü takdiri, tebcili, tazimi, sövme gibi kabul ederler.

Dünya-ahiret dengesi

Dünya ve ahiret arasında ince bir denge vardır, mü’min bu dengeyi iyi ayarlamalı, asla bozulmasına fırsat vermemelidir. Peygamber Efendimiz (sas), bu dengeyi sağlamakta zorlanan ailesini uyarmış ve onlardan ya dünya hayatının süsünü ya da Allah’ı, Resûlünü ve âhiret yurdunu tercih etmelerini istemiştir. Bu dengede ahiret daima önceliklidir ve dengenin dünya lehinde bozulması yönündeki davranışlar tasvip edilmemiştir.

Nitekim bir cuma günü ashabın, mescitte hutbe okuyan Hazreti Peygamber’i bırakıp alışverişe koşmaları, Ebû Ubeyde’nin, topladığı cizyelerle Medine’ye döndüğünü haber alan sahâbenin alışılmadık bir şekilde sabah namazında Mescid-i Nebevî’yi doldurmaları, savaşlarda elde edilen ganimetler konusunda tartışmalar çıkması, dengenin dünya lehine bozulmak üzere olduğunun göstergeleriydi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz ashabını uyarmış ve Allah katında dünyanın cılız bir ölü oğlak kadar bile değeri olmadığını ifade etmiştir. Öte yandan sürekli ibadetle meşgul olup kendilerini ve ailelerini dünya nimetlerinden mahrum bırakan kimselerin davranışları da Peygamber Efendimiz tarafından hoş karşılanmamıştır.

Dünya hayatının sonu

Dinimize göre dört büyük melekten biri olan İsrafil’in(as), “sur” ismi verilen bir alete üflemesi neticesinde kıyamet kopacak ve dünya üzerindeki yaşam sona erecektir. Belli bir süre sonra İsrafil(as) sura 2. defa üfleyecek ve bu defa da dünyada yaşamış olan bütün insanlar tekrardan dirilerek mahşer alanında toplanacaklar. İnsanlar mahşer alanında dünyada yaptıkları her şeyden hesaba çekilecekler.

İnsanların dünyada yaptığı iyi ve kötü işlerin tamamı Mizan denilen bir terazide tartılarak, kişinin cennetlik ya da cehennemlik olduğu belirlenir. Tarih boyunca gelmiş bütün peygamberlerin en önemli vazifelerinden birisi bu hakikati insanlara anlatmak olmuştur. Dünya hayatının eninde-sonunda biteceği ve ardından, bu dünyada yapılan her şeyin karşılığının görüleceği ahiret yaşamının geleceği gerçeği, Allah’a imandan sonra gelen en büyük esastır. Zira din, insanların öldükten sonra toprağa karışarak yok olup gitmeyecekleri, ahirette hesap verecekleri esası üzerine bina edilmiştir.

Haber bültenine abone olun.

En son haberler, teklifler ve özel duyurulardan haberdar olmak için.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu yazınız
Lütfen isminizi yazın

Bu hafta en çok okunanlar