Durdu Ozan
Müslüman olmak, terk etmek anlamına da geliyordu o zamanlarda. Önce ismini terk etti. O ne Amr’ın ne de Kâbe’nin kuluydu. O sadece Rahmân’ın kuluydu; yani Abdurrahman’dı. Sonra konumunu terk etti ve nihayet doğup büyüdüğü şehri; Mekke’yi…
İNSANLAR ALTIN VE GÜMÜŞ MADENLERİ GİBİDİR
Mekke’nin tanınmış tüccarlarından biriydi. Varlıklı, zengin ve itibarlıydı. Sağlam karakterli ve güzel huyluydu. Sadıktı. Hz. Ebû Bekir ile sıkı bir dostluğu vardı. Dünyada başlayıp ahirette devam edecek, sağlam ve kalıcı bir dostluk. İki dostun hayatında onları birbirine kenetleyen o kadar çok bir vardı ki. İslam, bu birlerin en değerlisi oldu. Hazreti Ebû Bekir vesilesiyle ilk sekiz Müslüman’dan biri olma şerefine erişti. Sahip olduğu bütün güzel hasletler ve cevherler, İslam ile taçlandı. Hayatı, Peygamber Efendimizin, “İnsanlar altın ve gümüş madenleri gibidir. Onların cahiliye döneminde hayırlı ve değerli olanları dinin emirlerini anlayıp amel ettikçe İslam devrinde de hayırlılardır.” sözlerinin tefsiri oldu.
İnandım ve Müslüman oldum demek, büyük bir imtihanı göğüslemeye hazır olmak demekti. Bir yanda nefisle mücadele vardı diğer yanda kin ve nefrete bilenmiş, cahillikleriyle bir devre damgasını vurmuş güruhla mücadele… Tahkirlere, aşağılanmalara katlanma, işkencelere dayanma, boykotlara göğüs germe vardı. Sabrede sabrede sabır kahramanı olmak vardı.
TENEKEYİ ALTINA ÇEVİREN DUA
Hazreti Abdurrahman Medine’ye iman dolu bir kalple vardı. Dünyalığı yoktu; ama her şeye sahipti. Allah ve resulü vardı. Sa’d b. Rebî ile kardeş ilan edilmişti. Sa’d bir gün dayanamayıp, ona sahip olduğu her şeyin yarısını vermeyi teklif etti. İçten gelen samimi bir teklifti. Neyi varsa yarısını; mal, mülk, hurmalıklar…
Abdurrahman b. Avf, bu cömert teklif karşısında, “Ey kardeşim! Allah malını, mülkünü ve işlerini sana mübarek kılsın. Sen bana yardımcı olmak istiyor musun?” diye sordu. Evet, cevabını alınca, “O hâlde bana çarşının yolunu göster, bir de ip ver.” dedi. Mekke’nin soylu tüccarı, çarşıda pazarda sepetler, sandıklar kaldırıyor; başka tüccarların yükünü taşıyordu artık. Kısa sürede Allah gayretini ve kazancını öyle bereketlendirdi ki Sa’d’ın evinden ayrı bir eve taşınıp hayatını ensardan bir hanımla birleştirdi. Bu evlilik haberi Peygamber Efendimize ulaşınca, çok duygulandı. “Allahım! Abdurrahman’ın işlerini daha da bereketlendir. Ona hayırlı kazançlar nasip et.” diye dua etti. Hayatının en büyük kazancı buydu kendi ifadelerine göre: “Allah resulü bana o duayı yapınca işlerim öyle bereketlendi ki hangi işe el atsam o iş aldı başını yürüdü.”
AŞEREiMÜBEŞŞEREDEN İDİ
Hazreti Abdurrahman, ideal bir tüccar nasıl olunur ve hangi özellikleri taşır sorusunun canlı bir cevabıydı. Zira o merhametliydi. Sırf daha çok kazanma adına gaddar ve acımasızca davranan insanlardan değildi. İhtiyacı olana vermek için kazanıyordu. Doğruluk sahibiydi, sadıktı. İşine yalan karıştırmaz, başkalarını aldatmazdı. İşinin ehliydi. Yaptığını çok güzel, eksiksiz yapardı. Alanında kabiliyet sahibiydi. İyi olduğu işi yapıyordu. Onun en meşhur vasfı şüphesiz semahati yani cömertliğiydi. Efendimizin tüccarlara yaptığı en önemli tavsiyelerindendi cömertlik. Hazreti Abdurrahman’ın hayatı bunun örnekleriyle doluydu.
O infakın tadını almış vermeye doyamayan biriydi. İhtiyaç anında bedenini ortaya koymuş, Bedir’de savaşmıştı. Uhud’da vücudu yirmiden fazla yara almıştı. Mesele maldan fedakârlık yapmaya gelince yine her şeyini ortaya koymuştu. Onu, “ceyşü’l-usre” de denilen Tebük Gazvesi esnasında tüm malını bağışlamış olarak görürüz. Allah’a ve resulüne, ahiret adına ne söz verdiyse onları bırakmıştı zira. Efendimizin vefatından sonraydı. Medine’de bir uğultu vardı. Ayşe annemiz sebebini sordu. Hazreti Abdurrahman’ın 700 develik ticaret kervanının döndüğü cevabını verdiler. Annemiz “Allah ona dünyada verdiklerini mübarek kılsın. Resulullah’tan işittim ki Abdurrahman, cennete emekleyerek girecektir.” buyurdu. Bunu duyan Hazreti Abdurrahman, sevincinden kervanın tamamını Allah yoluna infak etti.
AHİRET SERMAYESİNİ BU DÜNYADA TÜKETMEDİ
Sahip olduğu hiçbir dünyalık onu değiştiremedi. Henüz hayatta iken cennetle müjdelenmesi, gayretini hiç eksiltmedi. Bir gün kendisine, orucunu açması için yemek getirildi. Yemeğe baktı ve “Mus’ab b. Umeyr şehit olduğunda kefen olarak bir hırkaya sarıldı. Başı örtülünce ayakları, ayakları örtününce başı açıkta kalıyordu. Daha sonra servetimiz alabildiğine çoğaldı. İyiliklerimizin karşılığını bu dünyada almaktan ve ahirete bir şey kalmamasından korkarım.” dedi ve ağladı; yemek yiyemedi.