Tarık Süha | Eleştirmen
Dışarıda dondurucu soğuklar var. İnsan sokakta, sığındığı evlerde üşümekten kurtulamıyor. Soğuğu iliklerinde hissediyor. İçi buza kesen, insanı sevinçli kılan şöleni dağıtan buzdan bir iklim hüküm sürüyor. Beyaz, bembeyaz bir uzamda perde iniyor, her şey silikleşiyor.
Erken, çok erken bastıran kış, dallarında oyalanan o nazlı, o narin sararmış yapraklara ölüm yaşatıyor. Kendilerini ölüme huzurla bırakacak dirilik, erken bastırmış buyurgan bir ölümle canından oluyor.
Yapraklar dallarında donuyor. Ömürlerinin sonunu heceleyen hayatlar, son adımlarında ölüme yakalanıyor. İçimiz donuyor, duygularımız boşlukta asılı kalıyor. Hasretle kurduğumuz, düşle başlattığımız yolculuklar, sevgilinin kapısında tokatlanıyor, donmuş yüzümüze kapılar çarpılıyor. Kalbin o sırrına erilmeyen evreninde büyüyen, istenen, arzulanan ve nihâyet kendisine gidilen canan, namluyu böğrüne sıkıp intihar ediyor. Boşlukta bir sarkıt gibi öylece kalıyoruz.
Vurulmaya Yazgılıyız
Sanki vurulmaya yazgılıyız. Vurulup öldürülmeye… İşte, ırak coğrafyada insan bir daha vuruluyor. İyi olana yabancılaşmaktan doğan bir kötülüğün emrine girenler, uzandıkları yerlere ölüm taşıyor. İyi kalamadıkları için kötü olanın tarlası olmuş silahlı insanlar, aşkın olan ile belirmiş mekânlarda “kötülük çiçeği”ni büyütüyor. Obez bir ben adına hayat ateşe veriliyor, ölüme odun taşınıyor, yeryüzünde cehennem yaşatılıyor.
Güz rüzgârları, içimizi titreten ve üşüten havalar, bize taşıdıkları yüzlerden mi ibarettir? Kımıl kımıl yapraklarıyla sallanan dalların birden soyunuvermesi niçin kötü olsun? Ağaçların soyunmadan hep yapraklarıyla kalması, öylece kara yakalanmaları daha mı iyi? Bahar ve yaz mevsimine alışmış canlıların, bastıran kışa kalmaları/bırakılmaları, şefkat ve inceliğe sığar mı? Hüzünlü bakışlar takıştıran o solgun güz havası, niye bir iyiliğe sebep oluyor olmasın?
Kışa, dondurucu soğuklara bu kadar yüklenmek doğru mudur? Her dokunuşuyla bahar isimli bir güzeli, insana iyi gelen dirilişi kuran bir atölye değil midir? O olmasaydı, bahar ve yaz olur muydu, diriliş ve meyvelerinden tadabilecek miydik?
Hem Nazlı Hem Tez Canlı…
Hem nazlı hem de tez canlıyız. Hayat denen muhteşemin mümkün olması adına akışan doğanın dokunuşlarını, bir bütünlük içinde değil de, sadece anlık temasları üzerinden değerlendiriyor, kendilerine “kötü” diyoruz. Bencilce davranıyor, çabucak karar veriyoruz. Oysa doğanın ve kendisinde olup bitenin bize bakan bir yüzü varken, bütündeki yüzleri çoktur. Bize kalsa ne sonbahar ne de kış olacaktı.
Kendimizi merkeze alarak varlığa ve hayata bakamayız, dâhil olduğumuz oluşun penceresinden bir okuma yapmalıyız. O zaman görülecektir ki, şeyler ya bizzat ya da neticeleriyle güzeldir. Belki de altı çizilen kötü dahi kötü değil, hayatı mümkün kılan şeydir. Kötü diye bilinen durumların olmadığı bir hayat mümkün değil! Olsa dahi; durağan, renksiz, tatsız ve coşkusuz bir şey olacaktı.
Evet, öyle. Öyle ama bir de insanın etrafında kurulan bir evren var. Doğru, insan mekâna, dünyaya, kozmosa doğar. Ancak bu kadar değil, bir ilişkiler ağı da onu sarmalar. Hatta mekândan çok onu çevreleyen ilişkiler, insanlar ona mekân olur. O kadar ki, insan artık evrenin değil, insanın etrafında yoğunlaşan ağın içinde tutsaktır. Kötü, doğadan çok insanda köklenen bir şeye evrilmiş. Gökyüzünden/yeryüzünden değil, insandan korkuyor, ondan kaçıyoruz şimdilerde. Evimizden atılıyor, yurdumuzdan sürülüyoruz. Aile, toplum ve yurtlarımızın bize düşman kesildiği, bizi öldürdüğü oluyor. Bu daha yıkıcı, bu daha içinden çıkılmaz bir hâl. Hem korkunç hem muhteşem olana yurt olan İnsan’dan kaçmak veya ona doğru yol almak, işte hâlimiz!