Hasan Ahmet Gökçe
Aksini söyleyenlere kulak asmayın, insan sınırları sever. Defterlerin satırlarına, odaların kapılarına, evlerin duvarlarına, şehirlerin surlarına, ülkelerin sınırlarına gönül düşürmesi bundandır. Sözcüklerin uçlarını, anlamların kıyılarını, düşüncelerin ufuklarını, alışkanlıkların çemberini bu yüzden gözünden sakınır. İçimizdeki o küçük zabıta, iflah olmaz bir hudut muhafızıdır; her çiti, her duvarı özenle korur.
Ama aynı insan, kapı aralığından göz atmayı, komşu fısıltılarına kulak kabartmayı, bahçe duvarını aşmayı, yasak levhasını görüp meraktan çatlamayı da sever. Çünkü asıl sınır insanın içindedir. Bazen hayalin önüne çekilmiş bir hasır çit, bazen “Asla yapamam!” diyerek örülmüş bir kesme taş duvar… Kimi insan, hayatını bir şehir meydanı gibi açık ve aydınlık yaşar, kimi daracık bir apartman dairesi gibi döşer içini. Bir cümle kapısı, birkaç tozlu pencere ve her yerde girilmez tabelaları!
Hepimiz sınırlarla yaşarız; ancak onları kimin koyduğunu çoğu zaman hatırlamayız. Oysa çocukken aklımız dört nala koşar: “Suda yüzdüğüm gibi havada da yüzemez miyim?” diye sorarız; “Uyanıkken neden rüya göremiyorum?” diye düşünürüz. Sonra büyürüz, sınırlar da büyür bizimle. Derken bir bakarız, zihnimiz eski bir Babil haritasına dönüşmüş: Eğri büğrü yollar, daracık geçitler, kargacık burgacık meydanlar, çıkmaz sokaklar ve yasak bölgeler. Öyle karmaşıktır ki haritamız, kendi içimize bile giremeyiz. Birini özleriz ama aramayız; ağlamak gelir içimizden, ağlayamayız. “Yapma!” barikatları kurmuşuzdur çünkü, en ışıksız hapishane duvarlarını bilinçsizce örmüşüzdür. Şükür ki hayal kurmayı unutmayan, soru sormayı bırakmayanlar da vardır. Onların hatırına, yeniden şekillenir bazı sınırlar. Salvador Dali olur, gerçeklik eşiğini aşıp eriyen saatleri çizer; Kafka olur, böceğe dönüşerek edebiyatın kalıplarını kırar; Beethoven olur, en görkemli senfonilerini işitmeden bestelerler.
İster sınırları koyalım, ister onları aşalım ya da içinde sıkışıp kalalım; hayat dediğimiz şey, sınırlar arasında süren bir yolculuktur. Doğumla girilen ilk kapı, ölümle çıkılan son gişe… Ve arada çiğneyip geçtiklerimiz, aşmaya bir türlü cesaret edemediklerimiz. Bütün bunların içinde en acıklı sınırlar, insanın kendine çizdiği sınırlardır. Bu sınırların zindanına hapsolanlar, özgürlüğün anahtarını ceplerinde taşıyıp da unutanlardır.
Sözün özü, sınırlar hem mutluluktur hem keder. İnsan, en çok geçebileceği sınırları sever.