Prof. Dr. Mehmet Ateş
Allah resulü ve beraberindekiler Mekke’den Medine’ye hicret esnasında, Kubâ’ya bir süre misafir olduktan sonra, Medine’ye doğru yola koyuldular. Günlerden cuma idi. Öğle civarı Rânûnâ Vadisi’ne varılmış, namaz vakti girmişti. Peygamber Efendimiz, Salim bin Avfoğulları’nın oturduğu bu vadide ilk cuma namazını kıldırdı ve Medine’nin ilk hutbesi diye de bilinen mana ve muhtevası manidar bir hutbe irad etti.
Mekke’deki sahabeler ticaretle uğraşan, güngörmüş, Şam’dan Yemen’e kadar ticaret yapan insanlardı. Medineliler ise daha mütevazı, çiftçilikle uğraşan kimselerdi. Hicretin sıkıntıları yok değildi. Hürriyet vardı; ama hasret büyüktü. Ekonomik sıkıntılar göz ardı edilemezdi. Peygamber Efendimiz, Rânûnâ Vadisi’ne geldiğinde cuma namazı için durdu ve yanındakilere Medine’deki arkadaşlarını da namaza davet etmelerini emretti. Hutbesini vermeye başladı. Muhacir ve Ensar bu hutbeye kulak kesildiler. Zira Allah resulü Mekke’den Medine’ye hicret etmiş; yeni yurdunda yeni bir strateji ile yeni mekânına yürüyordu.
Ne diyecekti, yeni yurtlarında neler tavsiye edecekti. Tarihi bir önemi vardı bu hutbenin. Peygamberimiz, kıyamete kadar yaşanacak hicretlerle ilgili Nebevi ölçüler ortaya koyacaktı. Her şeyini Mekke’de bırakmış muhacirleri ve onları Medine’ye davet eden Ensar’ı muhatap alacak; ama çağları aşan mesajlar verecekti.
Efendimizin Hutbesinde Öne Çıkan Üç Konu
Efendimiz “Mahşere gideceksiniz. Öldükten sonra diriltileceksiniz.” buyurarak önce ahirete vurgu yaptı. Dünyanın geçiciliğini nazara verdi. Geçmiş ümmetlere bakılmasının gerekliliği üzerinde durdu. Ardından, “Allah size ben şu nimetleri verdim, sizleri şu nimetlerle donattım dedikten sonra, siz bana ne getirdiniz diye sorar. İnsan sağına soluna bakar; çevresinde hiçbir kimseyi göremez. Ne yapın edin, yarım hurma ile dahi olsa insanlara iyilikte bulunun.” buyurdu ve devam etti: “Bunu yapamıyorsanız olumsuz söz konuşmayın, güzel söz söyleyin.”
Sonrasında oturdu ve tekrar kalktı. Hutbesine, Kur’an-ı Kerim tahşidatı ile devam etti: “Çok Kur’an okuyun. Onda sizi teselli edecek ayetler ve deliller vardır.” buyurdu.
Peygamberimiz bu hutbeyi irad edip cuma namazını kıldırdıktan sonra, Hakk’ın hâkim olacağı yepyeni bir anlayış kurmak üzere Medine’ye doğru hareket etti. Medine şehri de Medine’nin sahabeleri gibi Peygamber Efendimize özlem duyuyordu. Bu küçücük beldeden yayılarak bütün dünyaya örnek teşkil edecek bir sistemin ilk ayak sesleriydi bunlar. Bediüzzaman Said Nursi’nin tabiri ile Medine bir minber olmuştu; bütün dünya buradan eğitilecekti.
Yeni adıyla medeniyetin ve medeniliğin beşiği olacak Medine tarihî bir gün yaşıyordu. Medine sokakları daha önce böyle bir misafire şahit olmamıştı. Habeşliler kendilerine özgü sevinç nağmeleri ile “Resûlullah geldi! Resûlullah geldi!” diyorlardı. Cumbalarda, pencerelerde “Ay doğdu üzerimize, Veda Tepeleri’nden. Şükür gerekti bizlere, Allah’a davetinden. Ey bize elçi olarak gönderilen! Sen, itaat edilecek bir emirle geldin.” cümleleri yankılanıyordu. Allah resulü, kendisini karşılayan ashabının arasında tevazu ile yürüyordu… Sonsuza kadar ümmetine muallimlik yapacak olan Peygamber Efendimiz, otağını buraya kuracaktı.
Farklı Zamanlar Benzer Olaylar
Bizler de aynı süreçlerden geçmiyor muyuz? Her muhacirin Mekke’si, Medine’si, Kubâ’sı ve Rânûnâ’sı var. Bir kısım kardeşlerimiz esas menzilleri olan Medine’ye doğru giderken Kubâ’da aram eylemiş, bir kısmı menzillerine ulaşmış, bir kısmı da Mekke’de bekleyenler gibi hâlâ memleketlerinde bekliyorlar. Herhâlde bu durumda hepimizin yapması gereken bu üç şey var: Muavenet, olumsuz şeyleri -mümkün mertebe- konuşmama ve Kur’an-ı Kerim ile meşgul olma.
Koridor dar olduğunda ister istemez geçen insanlar birbirine sürtünür. Hicret de adeta bir koridor gibidir; geçilmesi kolay değildir. Esas menzile ulaşılınca mekânlar da zihinler de genişler. Bu dönemler geçicidir; geçici zaman ve mekânlarda verilen keskin kararlar, insanı sıkıntıya sokabilir. Hicret koridorunun gerektirdiği sıkıntıları da göz önüne alarak hareket etmemiz en önemli işlerden biridir. Günümüzde, Peygamber Efendimizin bu hutbesinden çıkarmamız gereken çok ama çok büyük dersler vardır.
Yardımlaşma Fırsatlarını Kaçırmayalım
Bunlardan birincisi muavenet. Efendimiz, en küçük yardım etme şekli olan yarım hurmayı misal vermiştir. Bu ifadelerden alacağımız ders ile yardımlaşmanın her yönünü düşünmemiz gerekir. Günümüzün şartlarını dikkate alarak birkaç örnek vermemiz gerekirse tercüme kabiliyeti olan bir kardeşimizin tercümanlık yapmasını, doktor bir kardeşimizin telefonla da olsa bir hastamızın derdine derman olmasını, ümitsizliğe düşen bir kardeşimizle dertleşip, sıkıntılarının paylaşılmasını, maddi imkânları olanların madden yardımda bulunmasını sıralayabiliriz.
Bu ve benzeri yardım fırsatlarını iyi değerlendirmeliyiz. Zira bu imkânların bir daha ele geçme ihtimali bulunamayabilir. Bu günler, tıpkı ulufe günleri gibidir. Fırsat ele geçtikçe dağıtılan ulufeleri çokça toplamak lazım. Her şey düzelip işler yola girdiğinden yapılan bu türlü yardımların katsayısı bugünkülerle aynı olmayacaktır.
Olumsuzlukları Konuşmayalım
İkincisi olumsuz konuşmama, güzel konuşmadır. Bu ifadelerde üzerinde durulan doğru konuşma değildir. Bazen doğru olan şeyler olumsuzluklar içerebilir. Bediüzzaman Said Nursi’nin nasihati, hep kulaklarımızda çınlamalıdır: “Her söylediğin doğru olsun; ama her doğruyu her yerde söylemek doğru değildir.” Bu konuyu hep düşmana esir düşünce cephaneliğin yerinin söylenmemesinin gerekliliği ile anlatırız. Ancak aslında bu anlayış, meselenin en uç noktasıdır.
Bu ifadelerden anlaşılması gerekenler şu olsa gerek. Doğru bile olsa bazı arkadaşlarımızın problemlerini gördüğümüzde yüzlerine vurmadan düzeltmeye bakmalıyız. Yine doğru bile olsa olumsuzlukları bir süreliğine de olsa konuşmamalıyız. Bediüzzaman, “Sıkıntının olduğu dönemde tenkit eden haklı da olsa haksızdır.” derken Mevlâna Hazretleri de “Dost acıtmadan söyler.” der. Nasihatte bulunurken bile yumuşak olmalı ve karşı tarafı hep hoşnut etmeye çalışmalıdır.
Fitne Zamanları
Bu zamanları ahir zaman ve bir manada fitne zamanı olarak da tarif edebiliriz. İbn Mâce’nin Sünen’inde, “Fitnede fazla konuşmamak” konusunda bir başlık vardır. Bu bölümde İbn Mâce “Dil, fitnelerde kılıç sesinden daha etkili olacak.” (İbn Mâce, Fiten, 12) hadisini anlatırken fitnenin en önemli sebeplerinden birisinin dil ile yapılan olduğunu ihsas eder. Bu zamanlarda dilin oluşturabileceği tehlikeleri önlemek maksadıyla “Kim Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsa ya hayır konuşsun ya sussun.” (İbn Mâce, Fiten, 12) hadisini nazara verir ve konuşulan her şeyin hayır olması gerektiğini vurgular. Burada “doğruyu konuşun” denilmemiş, bunun yerine “hayır konuşma” tavsiye edilmiştir. Zira bazen doğruları söylemek hayır olmayabilir. Her doğruyu her yerde söylemek, her zaman hayırlı neticeler vermeyebilir.
Kur’an İle Meşgul Olalım
Üçüncüsü Kur’an-ı Kerim ile meşguliyettir. Kur’an ile iç içe geçmiş bir hayata sahip olabilmek ise ancak ilahi beyanı anlamaya çalışmakla ve anladıklarımızı harfiyen yaşamakla mümkündür. Çünkü ameller imanı ve İslam’ı her zaman diri tutar ve halis bir dairenin başlamasına vesile olur. Diğer taraftan tefekkür ufkumuzun genişlemesi, Kur’an’a olan saygımızı artırır. Bu saygı, Kur’an’ı daha da iyi bilmek isteğimizi kamçılar. Kur’an’ı bilme, Allah’ın emrettiği amellerin eksiksiz yapılmasını netice verir. Bu da iman ve İslam hakikatlerini besleyen en önemli faktörlerden biridir. İlahi Beyan’da anlatıldığı şekli ile gönlün İslam’a açılması Kur’an ile olur. Kur’an ile beraber olunursa insanın hidayete ereceğine yürekten inanmak lazımdır.
“Allah kimin gönlünü İslâm’a açmışsa o, Rabbinden bir nur üzerinde değil midir?” (Zümer Suresi 39/22) Kur’an ile irtibatlı bir hayat ortaya koymak, bu zamanların en önemli hususiyetidir. İnternette malayaniyat ile meşgul olduğu kadar, Kur’an-ı Kerim ile meşguliyeti olmayan birinin din ile irtibatlı olduğunu söylemesi inandırıcı değildir… Gelin içinde bulunduğumuz altın zaman dilimlerini değerlendirerek Kur’an-ı Kerim ile irtibatımızı bir kez daha sorgulayalım ve tazeleyelim.
Dünya Hayatının Zaten Bir Hicret Olduğunu Aklımızdan Çıkarmayalım
Kur’ân-ı Kerim, Peygamber Efendimize okunup anlaşılsın diye gönderilmiştir. Peygamberimiz de Kur’an ayetleri geldiğinde onları sahabelere okuyor, mana inceliklerini anlatıyordu. Kur’an-ı Kerim’i tam manasıyla anlaşılır kılıyordu. Bütün bunlardan sonra da bu anlaşılanlar aksiyona dökülüp amellerle süsleniyordu. Ardından da tebliğden de önemli olan temsil başlıyordu ve temsil aslında en önemli tebliğdi.
Yaşadığımız şu günleri ve mekânları Kubâ, Rânûnâ ve Medine kabul edip, dünya hayatının da bir manada hicret olduğunu hiç aklımızdan çıkarmamalıyız. Bu noktada Peygamber Efendimizin Rânûnâ’daki üç tavsiyesini sık sık hatırlamak, dünya hicretimiz başta olmak üzere büyüklü küçüklü bütün hicretlerimizi kolaylaştıracaktır.