Modanın Kalbi Atmıyor!

Farklı bir şeyler yapacağım diye sınırları zorlayan, insanların dikkatini çekmek için toplumda karşılığı olmayan kıyafetler tasarlayan modacıların sayısı gittikçe arttı. Anlaşılmadıkça alkışlandılar; alkışlandıkça sınırları iyice zorladılar. Onları anlayabiliyorum. Kendilerine bir yer bulmaları kolay olmadı ve o yeri korumaları için ne gerekiyorsa yapmaları gerekiyordu. Bu da bir kaygıya yol açtı. Sanatçının asla düşmemesi gereken kaygıya!

Geçenlerde internette bir videoya rastladım. Bir moda gününde üzerine yırtık bir poşet, başına da hastane bonesi geçirmiş bir genç, podyumda ciddiyetle yürüyordu. Onu izleyen herkes arkasından koşan görevlileri görene kadar gencin gerçek bir moda ürününü üzerinde taşıdığını düşünüp saygı ve dikkatle izlediler. Gencin aslında bir protesto için o podyumda yürüdüğünü, belki de onu kovalayan iri yarı güvenlikçiyi hiç görmeselerdi, anlamayacaklardı bile.

Almanya’ya geldiğim ilk günlerde ben de bir sanat galerisine gittim. Galerinin her bir köşesinde asgari ücretle çalışan takım elbiseli, ciddi bakışlı adamlar nöbet tutuyordu. Sergideki eserlerin bazıları hakkında uzun uzun düşündüm. Sonra kocaman bir salona girdim. Salonun duvarlarında çerçevelenmiş yırtık kumaşlar sergileniyordu. Ağarmış, dev kumaş parçaları dışında, koca salon bomboştu. “Sanat bunun neresinde?” diye düşünüp bir süre tablonun sağını solunu inceledim. Bir taraftan bu binanın gelirini ve bu “sanat eseri”ni incelikle hazırlayıp toplumun huzuruna çıkaran “sanatçı”nın gelirini düşünüp bir taraftan da temiz su bulamadığı için ölen çocukları gözümün önüne getirdim.

Sanat Nedir, Neden Kıymet Görür?

Sanat, insanların din gibi savundukları bir düşünce hâline geldi. Moda da bu sanat akımının içinde kendi yerini alıyor. Yalnızca üzerimize giyindiğimiz üç metrelik kumaş parçaları çevremiz tarafından saygı duyulacak insanlar olmamızı nasıl sağlıyor? Bu durum yeni değil elbette. Tarih boyunca insanlar giyindikleri kıyafetlerle kendi üstünlüklerini sergilemişler. Padişahların o işlemeli ağır ve gösterişli kaftanlarını hatırlayın. İmparatorların, kralların taktığı taçları ve omuzlarına attıkları gerçek hayvan kürklerini… İnsan sanata meyilli bir varlık. Allah’ın sanatkârlığını görünce yarattığının da neden bu kadar yetenekli olduğunu anlayabiliyorum. Sanat yönümüzle harika binalar, unutulmaz şehirler, mükemmel kıyafetler tasarladık. Bir mermere bir kumaş inceliğini vermek, bir insan resmine gerçek bir bakış yükleyebilmek sanat yeteneği ile olan şeylerdi. Onları ayırt etmek hiç zor olmadı. Bu yüzden koruduk, nasıl sanatkâr bir varlık olduğumuzu neler yapabileceğimizi gelecek nesillere de gösterelim diye onlar için müzeler kurduk ve sergiledik. Bugün Leonardo Da Vinci’nin minik tablosu Mona Lisa’yı her gün binlerce kişinin kuyruğa girerek görmek istemesi de gerçek bir sanatçının eninde sonunda hak ettiği değeri göreceğinin bir kanıtı.
Gerçek sanatçılar

Sanata yön verenler gerçek sanatçılar oldular. İzlenimcilik akımını başlatan isim Monet, evlerden çıkıp doğayı resmetmeye karar verdi. Ben bir akım başlatacağım diye bu işe girişmemiş elbette. Sadece sanatın sınırlarının belli insanlar tarafından çizilmeyeceğini ifade etmiş. Van Gogh, Picasso gibi ressamlar da bu sınırı aştıkları için farklı olabilmişler.

Kimilerine göre sanat anlaşılır bir şey. Bir esere baktığımızda zihnimizde bir şeyler uyandırmasını isteriz. Anlamlandıracağımız, ufuk açıcı bir eser hayatımızı değiştirebilir bile. Kimileri de sanatçının baktığı yeri önemser. Sanatçı eserini yaparken kaygıya düşmemeli, istediğini yansıtabilme özgürlüğünde olmalı. Hem zaten bunca sanat akımı da bu şekilde ortaya çıkmamış mı? Bana kalırsa sanatın sınırları olmamalı. Sanatçı kendini özgür hissettikçe daha özgün eserler ortaya çıkarabilir. Fakat bu durumun bazı neticeleri de olur.

“Çarşamba Pazarı”

İşte bu bakış açısı sanat dünyasını tabiri yerindeyse “çarşamba pazarı”na çevirdi. Farklı bir şeyler yapmak için saçmalayan, toplumun dikkatini çekmek için toplumda karşılığı olmayan kıyafetler tasarlayan; ama anlaşılmadıkça daha çok alkış aldığını fark edip daha çok saçmalayan modacıların sayısı gittikçe arttı. Anlayabiliyorum, kendilerine bir yer bulmaları kolay olmadı ve o yeri korumaları için ne gerekiyorsa yapmaları gerekiyordu. Bu da aslında bir kaygıya yol açtı. Sanatçının düşmemesi gereken kaygıya…

Modacıların işi çok zor. Onları sadece kıyafet üreticileri olarak görmemiz olayı bütün bütün yanlış anlamamıza sebep olur. Çünkü moda sektöründe modacılar sadece kıyafet üretmiyor, bir fikir üretiyorlar. Moda sektörü zenginleri nasıl özel hissettiririz, onları sıradan insanlardan nasıl ayırt edebiliriz kaygısını da güdüyor. Bir taraftan toplumsal hiyerarşik yapıyı, itibarın yollarını, bir taraftan da dünyadaki açlığın sebebini, israfı gösteriyorlar. Her sezon farklı fikirlerle oraya çıkmak, dalga geçilmek pahasına birbirinden tuhaf kıyafetler tasarlamak kimse için kolay olmasa gerek.

İtiraz Etmeyi Öğrendik!

Zenginlerin güzellik kaygısı yüzünden girilen illegal yollar, kaçırılan çocukların güzellik serumları için kullanıldığı söylentileri, arka planda sadece kendilerinin bildiği yasadışı alışverişler de bu konunun karanlık tarafı olarak kalmaya devam ediyor. Ama artık bir şeylere itiraz etmeyi öğrendik. En azından aramızdan bir kaçımız bir şeyleri tiye alarak podyumda üzerine poşet geçirip bu saçmalığa layığınca ses çıkarabiliyor. Şöhret olmanın artık TikTok’ta dans ederek kolayca elde edildiği günümüzde zengin olmanın da bir havası kalmadı zaten.

Zenginlerin giydiği kıyafetleri tasarlayan bir mağazanın, sezon dışında kalan kıyafetlerini ucuza satmak yerine çöpe atmayı tercih ettiğini okumuştum. Gerekçe şuydu: Zenginler, giydikleri kıyafeti fakirlerin üzerinde görürse o markadan bir daha alışveriş yapmak istemezdi.

İnsanı Ne Doyurur?

Eskiler, bir türlü nefsini dizginlemeyen insanlara, “Gözünü toprak doyursun!” dermiş. Yani ancak ölünce doyacaklarını düşündükleri için onların ölmelerini dilerlermiş.

Maalesef toplumdaki dayatmalardan etkileniyoruz. Doğru ya da yanlış; çoğunluğun tarafında olmak, bize mücadele etmeden, sahte takdirleri kabul ederek, sorgulamadan ve sorgulanmadan yaşamayı sunuyor. Bugün saçmaladıkça para kazanabileceğimizi biliyoruz. Sahte bilgiye kolayca ulaşıp gerçeğinin peşine düşme ihtiyacı duymayabiliyoruz. Bugün hâlâ dinlediğimiz müzikten, yediğimiz yemekten, giyindiğimiz kıyafetten, başımıza örttüğümüz örtüden, dini seçimlerimizden dolayı toplum tarafından kabul görmeyebiliyoruz. Ama bir podyumda saçma sapan bir kıyafetle ciddiyetle yürüyen bir mankeni deli gibi alkışlayan da bizleriz. Vegan olduğumuz için hayvansal gıda tüketmediğimizi söyleyince “saygın”, dini inancımızdan dolayı her şeyi yemeyi tercih etmediğimizde “yobaz” olabiliyoruz.

Kim Gerçek, Ne Anlamlı?

Maddenin sadece görebildiğimiz, dokunabildiğimiz sürece gerçek ve anlamlı olduğunu kabul edip henüz teoriden ibaret olan bilimsel tezleri saygıyla dinleyip metafiziksel meseleleri saçmalık olarak niteleyebiliyoruz. Bunun yanında astroloji, numeroloji, biyoenerji gibi ilimler toplumda oldukça değer görebiliyor. Yani aslında neye neden itiraz ettiğimizi kendimiz de pek bilemiyoruz. Belki de arada bir kendimize bu soruları sormamız gerekiyor. Ben kimim? Ne istiyorum? Nasıl yaşamak istiyorum? Neye inanıyorum? Önceliklerim neler? Yaşadığım toplumdan nasıl etkileniyorum? Belki de gerçekten kim olduğumuzu düşünüp bulana ve kendimize göre yaşayana kadar bu soruların cevabını bulmak için kendimizle vakit geçirmemizin zamanı gelmiş hatta geçiyordur bile. Çünkü şunun farkındayız: Hayatın gerçek anlamını yakalamaya çalışanlar, işin gösterişle şöhretle, beğenilmekle, takdir görmekle hiç alakası olmadığını bilirler. Onlar böyle düşündükçe ve böyle yaşadıkça toplum içinde otomatik olarak saygı görmeye başlarlar. Toplumsal kaygıdan uzaklaşınca da hayatı diledikleri gibi özgürce yaşarlar.

Haber bültenine abone olun.

En son haberler, teklifler ve özel duyurulardan haberdar olmak için.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu yazınız
Lütfen isminizi yazın

Bu hafta en çok okunanlar