Durdu Ozan
Hicretten yedi sene evvel Mekke’de dünyaya geldim. Babam, Habeşistan’a hicret eden Müslümanları geri getirmek için gönderilen elçilerden biriydi. Akıllarınca Necaşi’ye sığınan müminlerin Mekke’den kaçan köleler olduğunu söyleyip onları geri getireceklerdi.
Babamın, Mekkeli muhacirleri himaye eden ve sonradan Peygamber Efendimiz’in davetini kabul edip Müslüman olan Habeş kralı ile kadim bir dostluğu vardı. Aralarındaki bu yakınlığı kullanmak maksadıyla almışlardı babamı aralarına. Ama planladıkları gibi olmadı. Ne siyasi dehaları ne de Mekke’den götürdükleri kıymetli hediyeler işe yaradı; Necaşi Müslümanları Mekke’den gelen heyete teslim etmedi.
Sanırım babamı tanıdınız. Evet, Bedir’e katılamayan; Uhud ve Hendek’te Kureyş süvarilerinin komutanı olan Amr b. Âs’ın oğluyum ben. Babamdan önce Müslüman oldum ve Medine’ye onunla hicret ettim. Hicretin yedinci yılıydı. Gençtim, heyecanlıydım. “Bütün Mekke ahalisi Müslüman olsa da ben olmayacağım.” diyen bir babanın oğluydum.
“Hicret, Kendisinden Önce Yapılan Bütün Kötülükleri Siler”
Peygamber Efendimizin huzuruna giren üç sahabe, Hâlid b. Velîd, Osman b Talha ve babam, birer birer şeref kazanıyorlardı. Sıra babama gelmişti. Müslümanlara çokça eziyet eden Benî Sehm kabilesine mensuptu. Uzun yıllar Mekkeli müşriklere akıl hocalığı yapmıştı. Mahcuptu. Utancından başını kaldırıp Peygamber Efendimizin gözlerine bakamıyordu. Güçlükle, geçmiş günahlarının bağışlanması, Müslümanlara yaptığı zulümlerin affedilmesi şartıyla biat etmek istediğini söyledi. Efendimiz “Biat et!” buyurdu ve ekledi: “Bilmez misin ki; İslamiyet kendisinden öncekileri (kötülükleri) siler. Hicret de kendisinden önceki leri (kötülükleri) siler ve Hac da kendisinden öncekileri (kötülükleri) siler.” Bu sözleri duyunca rahatladı babam. Yüzüne, sesine soluğuna yansıdı kalbindeki huzur. “İnsanlardan hiçbiri bana Allah resulünden daha sevgili ve daha yüce gelmemiştir.” dedi.
Hicretten sonra Resulullah’ın yanından hiç ayrılmadım. Süryanice’yi çok iyi biliyordum. Tevrat’ı okuyabiliyordum. Yazım da güzeldi. Bu sebeple Peygamber Efendimizden duyduğum hadisleri rahatlıkla not edebilirdim. Bazı arkadaşlarım bunu doğru bulmadılar. Onlara göre Kur’an ayetlerinden başkası yazılmamalıydı. Mesele Peygamberimize intikal edince, ondan duyduğun her şeyi yazabileceğime dair izin verdi. Bu, bana özel bir izindi. Es-Sahîfetü’s-sâdıka adıyla topladığım bu hadisleri, bir sandıkta biriktirdim. Arkadaşım Ebû Hüreyre de en çok hadis rivayet eden sahabelerdendi. Ondan daha çok hadis aktarabilmemin tek sebebinin, hadisleri kayda geçirmkteki hassasiyetim olduğunu söylerdi.
“Yirmi Yıl Evvel Ölmüş Olmayı Ne Çok İsterdim”
Bir gün babam beni Resulullah’a şikâyet etti. Bir baba niçin çocuğunu Allah resulüne şikâyet eder? Her gün oruç tutuyordum. Hadis ve fıkıh konusunda sürekli çalışıyor, bulduğum her fırsatta ibadet ediyordum. Üstelik hafız olduğum için Kur’an-ı Kerim’i her gün hatmedebiliyordum. Tabi bütün bunları yaparken ailemi ihmal ettiğim zamanlar da oluyordu.
Sıffin Savaşı’nda, babamın ısrarıyla, Muaviye’nin ordusunda yer almıştım. Kimseye kılıç çekmedim. Kimsenin kılına zarar vermedim.
Bir ara, Ammâr b. Yâsir’i öldürdüğünü iddia eden birini gördüm. “Bunun nesiyle övünüyorsun? Ben Peygamber Efendimizden Ammar’ı asi bir topluluğun öldüreceğini duydum.” dedim. Bunu duyan Muaviye, “O hâlde ne diye aramızda duruyorsun?” diye sordu. Ben de daha önce babamın beni Allah resulüne şikâyet ettiğini anlattım. Çünkü o gün Peygamber Efendimiz, “Hayatta olduğu müddetçe babana itaat et. Sakın ona karşı gelme!” diye emretmişti.
Ben, Abdullah. Babam Amr b. Âs’ın emriyle de olsa Sıffin Savaşı’na katıldığım için ömrüm boyunca pişmanlık duydum. Yirmi yıl evvel ölmüş olmayı bin kez tercih ederdim!