Bazen dinî konularla ilgili bir soruyla muhatap oluruz. Cevabı uzundur çoğu kez bu soruların. Bir de genellikle soru sahibinin “sorun”u, o “soru”nun ötesinde daha temel bir sorudur. Konuşmaya nereden başlayacağımızı bir türlü kestiremeyiz. Görünüşte kaderle yahut “kötülük problemi”yle ilgili gibidir soru; ancak cevap orada değil, Cenabıhakk’ın esmasında, sıfatlarındadır. Oysa her bina gibi “amentü binası” da adım adım inşa edilmelidir. Bunun için de zamana, çalışmaya, hepsinden önemlisi de istekli olmaya gerek vardır.
Miraç Bir Sebep Değil Belki Bir Neticedir
Miraç Risalesini okurken aklıma geldi bütün bunlar. Henüz konuya başlamadan bir uyarı karşılıyor okuru: “Miraç meselesi, erkân-ı imâniyenin usûlünden sonra terettüp eden bir neticedir. Ve erkân-ı imâniyenin nurlarından medet alan bir nurdur.” Demek miraç hakkında konuşabilmek için iman binasının sütunları diyebileceğimiz amentü esaslarını dikmek gerekiyor önce. Miraç nurundan istifade, o nurların ışığında mümkün oluyor. Devam ediyor sonra üstat, “Allah’ı bilmeyen, peygamberi tanımayan ve melâikeyi kabul etmeyen veya semâvâtın vücudunu (göğün tabakaları olduğunu) inkâr eden adamlara Miraç’tan bahsedilmez; evvelâ o erkânı ispat etmek lâzım geliyor.” Bu sıralama, aynı zamanda, miracın altyapısını oluşturacak iman esaslarının neler olduğunu işaret ediyor. Eser boyunca esas konu anlatılırken kısa göndermelerle sıralanan bu iman esasları da bir bir özetleniyor.
Amentü Billah
“Madem bu kâinat gayet muntazam bir memleket, gayet muhteşem bir şehir, gayet müzeyyen bir saray hükmündedir. Elbette onun bir hâkimi, bir mâliki, bir ustası vardır.” Evet, bu cümle üstadın başka birçok eserinde uzun uzun açıkladığı intizam delilinin kısaca ifadesi. Bu cümleyi insanın Allah’a muhatap olduğunu ve bunun gereğini açıklayan uzun bir cümle takip ediyor. Onunla peygamberlerin gerekliliği izah edilerek amentünün “peygamberlere iman” esası da özetlenmiş oluyor.
Miraç’la ilgili ayrıntılar inanan kimseler için izah edildikten sonra tekrar dinleyici konumundaki inançsız insana hitap ediyor Bedîüzzaman ve tekrar Allah’a iman konusuna geliyor: “Madem şu kâinat ve mevcudât var ve içinde ef’al ve icad var. Hem madem muntazam bir fiil fâilsiz olmaz, mânidar bir kitap kâtipsiz olmaz, san’atlı bir nakış nakkâşsız olmaz. Elbette, şu kâinatı dolduran ef’âl-i hakîmânenin bir fâili ve yeryüzünün mevsim be mevsim tazelenen hayretfezâ nukuşlarının, mânidar mektubatının bir kâtibi, bir nakkâşı vardır.”
Eserin ilerleyen bölümlerinde aynı şekilde meleklerin varlığı ve göğün tabakaları hakkında açıklamalar da yapılıyor. Sonra bu kısa göndermelere bina edilerek miraç mucizesinin niçin gerekli olduğu açıklanıyor. Her şey adım adım, aşama aşama! Aynı metin içinde, farklı seviyedeki muhataplara hitap eden, iç içe birçok metin okumuş oluyoruz. Her okuyan kendi hissesini alıyor her seferinde!
Ortaçağın En Çok Gezen Seyyahı: İbn Battûta
Orta Çağ’ın en çok gezen seyyahı İbn Battûta, 17 Receb 703’te (24 Şubat 1304) Fas’ın Tanca şehrinde dünyaya gelir. Ailesi pek çok kadı ve şeyh çıkarmış olan Battûta, Berberî Levâte kabilesine mensuptur. Kendisi de zaman zaman farklı coğrafyalarda kadılık vazifesini yürütmüş ve nihayet Tâmesnâ kadısı iken vefat etmiştir.
Döneminde bilinen dünyanın büyük bir kısmını gezen; Afrika, Asya ve Avrupa’da birçok ülkeyi dolaşan seyyah, Moğol ve Maldiv hükümdarlarıyla tanışmış, bu hükümdarlar için çalışmış ve gittiği yerlerde danışmanlık, kadılık yapmıştır. Arapçaya, Türkçeye ve Farsçaya hâkim oluşu; gittiği coğrafyalarda iletişim sorununu ortadan kaldırdığı için pek çok başarılı işe imza atmasına vesile olmuştur.
İbn Battûta, alçakgönüllü birisi olduğu için ziyaret ettiği halklar tarafından genellikle sevilirdi. İlim meclislerine katılmayı, âlimlerin sözlerini ezberlemeyi ve nakletmeyi severdi. Seyahatnamesi bu yüzden devrin tasavvuf hayatı hakkında bilgi veren önemli kaynaklardan biridir.
Bitmeyen Yolculuk
Seyahatnamesinden öğrendiğimiz kadarıyla İbn Battûta, Mağrip Sultanı Ebû Saîd el-Merînî döneminde 2 Receb 725’te (14 Haziran 1325) Tanca’dan hac niyetiyle yola çıktığında henüz yirmi iki yaşındaydı. Kuzey Afrika sahillerini takip ederek 5 Nisan 1326’da İskenderiye’ye ulaştı. Orada tanıştığı Şeyh Burhâneddin el-Arec’in etkisiyle Hint, Sind ve Çin gibi doğu memleketlerini görme arzusu duydu. Daha sonra İskenderiye’den Kahire’ye, oradan Yukarı Mısır’a gitti ve Şeyh Ebü’l-Hasan eş-Şâzelî’nin kabrini ziyaret etti. Ardından yukarı Mısır’dan deniz yoluyla Cidde’ye geçmek istediyse de söz konusu yıllarda bölgede bazı siyasi karışıklıklar olduğu için Kahire’ye dönmek zorunda kaldı. Kahire’de fazla kalmayan İbn Battûta, Suriye’ye doğru yola çıktı ve Kudüs, Akkâ, Sûr, Sayda, Taberiye ve Antakya gibi şehirleri dolaştıktan sonra Dımaşk’a vardı. Asıl amacı hacca gitmek olan İbn Battûta, bu küçük seyahatlerden sonra nihayet hac yolculuğunu tamamladı ama artık seyahat onun için bir tutku hâline gelmişti. Kısa aralıklarla uzun yolculuklara çıktı. Nihayet memleketine dönüp yerleşik bir hayata geçtiğinde aradan tam yirmi sekiz yıl geçmişti.
Ahiler Arasında
İbn Battûta gezileri sırasında Anadolu’ya da uğrar. Gemiyle Antalya’ya inen seyyah, Güney ve Batı Anadolu’da birçok şehri gezdikten sonra önce kuzey Anadolu’yu sonra da sırasıyla iç ve doğu Anadolu şehirlerini ziyaret etmiştir. İbn Battûta’nın seyahatname boyunca Anadolu’da yaşayan Türklerden “Türkmen”, bugün Türkmenistan, Özbekistan gibi ülkelerin yer aldığı coğrafyalarda yaşayan Türklerden de “Türk” diye bahsetmiştir.
Gezgin, Osmanlılar’ın komşu beylikler arasındaki saygın konumunu övgü dolu bir dille anlatır. Anadolu’nun siyasî durumundan, ticari kapasitesinden, Hanefiliğin yaygın mezhep oluşundan, Ahi teşkilatından, ocaklarından ve özellikle de tanıştığı Ahilerden uzun uzun ve sitayişle bahseder. Teşkilatlarını, misafirperverliklerini öve öve bitiremez.
Eserinin Ahilerden bahsettiği bölümünü şu güzel dualarla bitirir: “Cenabıhakk cömert ve hamiyet sahibi olan, yabancılara şefkat ve merhameti esirgemeyen, misafirlerine iyilikle muamele ederek muhabbet gösteren şu taifeyi daima hayırla mükafatlandırsın! Allah bütün Ahilerden razı olsun. Bilinmelidir ki onlardan herhangi birinin zaviyesine adım atan bir yabancı, en sevdiği yakını yanına gelmiş gibi mutlu, huzurlu ve güvende olur.”
İbn Battûta’nın Anadolu ve Anadolu Halkı Hakkındaki Değerlendirmesi:
“Cenabıhakk, dünyanın öteki ülkelerinde ayrı ayrı ihsan ettiği güzellikleri Anadolu’da bir araya getirmiştir. Ahalisi, güzel yüzlü ve temiz giyimlidir. Yemekleri çok nefistir. Burada yaşayanlar, Allah’ın en şefkatli kulları olup onlar için ‘Bolluk ve bereket Şam’da, şefkat ise Rum ülkesindedir.’ denmiştir. Bu ülkede bir zaviye yahut eve girdiğinizde kadın olsun erkek olsun derhâl durumunuzu soruştururlar. Burada kadınlar erkeklerden kaçmazlar. Ayrılacağınız sırada sanki akrabaymışsınız gibi sizinle vedalaşırlar ve bu ayrılıktan duydukları üzüntüyü gözyaşlarıyla ifade ederler.”
Bir Ayet Bir Hadis
Bir gece, kendisine bazı delillerimizi gösterelim diye kulu Muhammed’i, Mescid-i Haramdan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâya götüren O zatın şanı ne yücedir! Bütün eksikliklerden uzaktır O! Gerçekten, her şeyi işiten, her şeyi gören O’dur.
(İsra Sûresi, 17/1)
“(Mîrâc esnâsında) Cennetin kapısında durup içeri baktım. Oraya girenler genellikle fakirlerdi. Zenginler de (hesap vermek için) hapsedilmişti. Mahpuslardan cehennemlik olanların ateşe atılmaları emredilmişti. Cehennemin kapısında da durdum. Oraya girenlerin ekserisi kadınlardı.”
(Buhârî, Rikâk, 51; Müslim, Zühd, 93)
Not Defteri
Miraç Sözlüğü
İsrâ: Hz. Peygamber’in (as) miraç sırasında Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya geçişini ifade eden terim.
Burak: Miraç gecesinde Hz. Peygamber’i (as) taşıdığı rivayet edilen binek.
Miraç: Hz. Peygamber’in (as) Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya, oradan da göğe yaptığı yolculuğu ifade eden terim.
Refref: Miraç gecesinde Hz. Peygamber’i (as) taşıdığı kabul edilen binek.
Sidretü’l-müntehâ: Sözlükte “Arabistan kirazı denilen hoş gölgeli bir ağaç” anlamındakullanılan sidre ile müntehâ kelimesinden oluşan “sidretü’l-müntehâ” tamlaması “son noktada bulunan sidre” demektir. Terim olarak “Hz. Peygamber’in (sav) Miraç gecesi yanında ilâhî sırlara mazhar olduğu ağaç veya makam” diye açıklanabilir. Bir görüşe göre şehadet alemiyle gayb aleminin sınırındadır.
Kâbe Kavseyn: Miraç mucizesinin en son ve en ileri safhasında, Hz. Peygamber’in rü’yete mazhar olduğu makamın adıdır. Kur’an’da Hz. Peygamber’in miraçta Cebrâil’e veya Allah’a çok yaklaştığını anlatan ifade (Necm Sûresi, 53/9); tasavvufta Hak ile ittihad ve aynü’l-cem’ makamı.