Hasan Ahmet Gökçe
Küçük adımlarımız büyüyor. Sonbahar sarısı bir ayçiçeği gibi, sabırla. Güneş, üzerimizden bambaşka denizlerin üzerine akıyor. Uzak ırmakları sulayan damlalar, bilmediğimiz yerlerden geliyor, görmediğimiz yerlere göçüyor; kucağında yapraklar! Irmaklar da bilmiyor nereye gittiğini; yapraklar da. Ama gidiyor. Irmaklar yapraklardan, yapraklar ırmaklardan habersiz.
Telli turnalar şen şakrak kanatlarını açıyor. Orası kumsal senin, burası rüzgâr benim, uçuyor. Her sene nice bulutların üstünden nice yıldızların altından geçiyor. Ne baharı kaçırıyor ne rotayı şaşırıyor. Ürkek gölgeli bulutlar da masal kokulu yıldızlar da bunu bilmiyor. Leylekler yıldızlardan, bulutlar kanatlardan habersiz.
Bildiğim kaplumbağalar var; kabuklarında dünya haritaları… Kendi içine gömülmüş bir filozof gibi güneşi sırtlarında gezdiriyorlar. Tanıyorum onları! Çünkü çocukluğumun yolları, kaplumbağaların yürürken ardında bıraktığı sessizlikte saklı. Kuyruklu yıldızlar gibi kayıp giden, masal saatleri gibi bir varmış bir yokmuş oynayan kaplumbağalarım var benim. Bunca yıldır gelir; yavrularını çocukluğumun sahillerine bırakır giderler. Yavrular sahillerden, sahiller yavrulardan habersiz.
Her gelişinde, ılık bir deniz gibi ipekten dalgasını üzerimize bırakıp usulca çekilen gece var. Bunca güz bunca bahardır gelir; sanki başka kucak bulamamış gibi zamanın beyaz çiçeklerle süslediği saçlarını göğsümüzün sıcak bahçesine serer ve gider. Ne bir dakika erken ne bir dakika geç. Saatler gecelerden, geceler saatlerden habersiz.
Rüzgâr var bir de. Kimi soğuk kimi ılık esip saçlarımıza, bizi bize benzeten rüzgâr! Ne yapıp edip her seferinde kâh poyrazdan kâh samyelinden dem vurup kendini hatırlatmanın bir yolunu bulur. Saçlarımızı, yumuşacık elleriyle örerken, bir yandan da yüreğimize, kalbimizin en derin köşelerine, içimize dokunur. Rüzgârlar saçlarımızdan, saçlarımız rüzgârlardan habersiz.
Birbirine yakın ama aralarına koca dağlar devrilmiş, birbirini bilen ama selamı sabahı kesmiş ne çok şey var şu hayatta. Aralarındaki mesafeler bazen bir adım, bazen bir ömür. Sizi bilmem ama benim bu mesafeyi daha da açmaya hiç niyetim yok. Çünkü dünya dediğin ne eksik ne fazla, “ah ne güzel” ile “ah keşke” arasında gidip gelen bir salıncak. Varsın yapay zekâ, insanı çatlayasıya kusursuzluklarla doldursun; ben yine perdelere sinen yağmur kokusunu içime çekmeye devam edeceğim. Yine kanatların patırtısını, ırmakların çağıltısını, leyleklerin dedikodusunu dinleyeceğim. Gözlerim deniz kaplumbağalarının kıpırtısını, Çoban Yıldızı’nın parıltısını, sığla yapraklarının ışıltısını arayacak. Biliyorum, şimdi biri çıkıp “Ama yapay zekâ tüm bunlara mâni değil ki?” diye soracak.
Tebessüm edip geçeceğim.