Hasan Ahmet Gökçe
Bir gün aynaya baktım ve annemi gördüm. Şaka değil, ciddiyim. Dudaklarım onun dudaklarına benzemiş, gözlerimin kenarındaki ince çizgiler tam onunki gibi. Yanaklarım bile, ne bileyim, anneminkine benzer bir biçimde sarkmış. Her erkek eninde sonunda babası olur derler ya, meğer bu bir halk efsanesiymiş. Bir gün herkes annesinin sesiyle uyanırmış. Aynanın karşısında bir süre öylece kaldım, annem geçmişin içinden uzanıp saçlarımı okşayacak sandım.
Annemden otuz üç senedir ayrıyım. Bir tespih gibi dizildi yıllar; her boncuk bir yıl, her yıl bir özlem. Baharı çağıran sesi, yarım kalmış bir şarkı gibi dönüyor kulaklarımda; hafif ve titrek. “Kara günler kararıp kalmaz ya kuzum!” diyor, ama sesi rüzgârda savrulan bir yaprak gibi bir var, bir yok. İnsan, annesini unutmaz derler, ben de unutmadım elbette ama hatırlamak için epey uğraşmam gerekiyor artık. Çayını nasıl karıştırırdı? Sütü kaç kaşık yoğurtla mayalardı? Bir, iki… Üç müydü yoksa, bilemiyorum. Her defasında eksik bir görüntü, yarım bir ses buluyorum.
Annesiz yaşlanmak, hatıraların eskidiği bir ceviz sandığı açmaya çalışmak gibi. Bazı anılar duruyor, bazılarıysa ucu sökülmüş bir dantel gibi eksik. Mesela, uykum kaçtığında annem ne yapardı? Ninni mi söylerdi, yoksa sessizce yanıma mı otururdu? O kadar uzak ki… Yaş aldıkça anılar, insanın elinde ufalanan bir ekmek gibi dağılıyor. Ne kadar sıkı tutmaya çalışsa da parmaklarının arasından dökülen kırıntıları bir daha toplayamıyor.
Sanırım biz evlatlar -ya da erkekler mi demeli- annelerin yorgun gözlerinde bir eski zaman masalını okuruz. Okuruz, ama o gözlerde biriken manayı anlamaya ne kelimelerimiz yeter ne de kalbimiz. Ruhumuzda büyüyen eksik cümleleri, anneliğin kutsal bahçesine girememenin hüznüyle, usulca yutkunup içimize gömeriz. Çünkü annelik cihanın en derin sırrıdır. Biz erkekler ise bu sırrı hep uzaktan izlemeye yazgılıdır.
Yeniden aynaya bakıyorum. Annemin yüzü mü, yoksa benim yaşlanan yüzüm mü, kestiremiyorum. Bildiğim tek şey şu: İnsan hayatından anneyi çıkarınca, hatıralar ya bir portakal kabuğu gibi buruşuyor ya da içi geçmiş bir elma gibi suskunlaşıyor. İkisinin arasında, zamanla cilalanmış bir boşluk kalıyor. Ama insan işte, o cilalı boşluğa baka baka kendini tamam sanıyor.