Anne olunca ne anladık?

66
Elif Nesibe Temiz

Anne olunca anladığımız sadece anneliğin ne olduğu değil, kendimizin kim olduğudur aslında. Boşluklarımız, hayallerimiz, korkularımız ve kaygılarımız da bebeğimizin kundağıyla birlikte kucağımıza verilir.

Hikâyemiz, “Bir bebeğiniz olacak!” müjdesiyle başlar. Bir canlının içimizde varoluş serüvenine çıktığını kabullenmek, ruhumuzda birbirine zıt duyguları yeşertir. Sevinçle kaygıyı, coşkuyla korkuyu metcezir gibi yaşarız adeta. “Yaşasın anne oluyorum!” heyecanı ve “Acaba nasıl bir anne olacağım, bebeğime iyi bakabilecek miyim?” kaygıları aynı anda yan yana gelir. Doğum anında, sancıların da yardımıyla, hayatımızdaki en büyük sevincin ve sanatın zahmetsiz olmayacağını anlarız. Bebeğimizi kucağımıza aldığımız andan itibaren değişiriz. Sanki beynimizin loplarından ve kalbimizin odacıklarından bir kısmını süresiz olarak bebeğimize tahsis ederiz. Hiç deneyimlemediğimiz bir aşk başlar evladımızla aramızda. Bebekken bizi öyle hayran hayran izler ki çocuğumuz, arada “Bana mı bakıyor, yoksa başka birine mi?” diye düşünmeden edemeyiz. O büyüdükçe, her yaptığımız onun gözünde olağanüstüdür ve bunu sıkça şaşkınlıkla ifade eder. Artık çocuğumuzun bir numaralı kahramanıyızdır.

Bakalım ne çizecek?

Elimizde boya paleti, önümüzde bir tuval, kafamızda canlandırdığımız ideal çocuğu çizmeye koyuluruz. Her ne kadar onu model alsak da aslında hayalimizi çizeriz. Bu sebeple resmimiz, gerçekteki kişiyle aynı olamaz. Çünkü çocuk, zamanla kendini, yapabildiklerini ve isteklerini fark etmeye başlar. Hayır demeler, itirazlar ve geri bildirimler gelir arkasından. Kahraman anne, artık kusurları fark edilen ve hatta hiç çekinmeden eleştirilen bir konuma yerleşir. Bazı anneler memnun olur bundan; çocuğuna karakter kazandırdığı ve kendisi olmasına izin verdiği için sevinir. Diğerleri ise bu duruma içerler; hayalleri ve planları gerçekleşmediği için kendilerini başarısız hissederler. Bazıları kendini suçlar: “Resimden daha iyi anlasaydım, böyle bir sonuç ortaya çıkmazdı.” der. Azınlık bir kesim de “Elimden gelenin en iyisini yaptım.” diyerek takdir eder kendini.

Yalnız değilsin

Çocuğunu doğuran, sahip çıkan, büyüten, severken sayan, hiçbir koşulda yalnız bırakmayan ve hayat yolculuğunda ona eşlik eden her anne biriciktir. Doğumla hem ayrıldığımız hem de kavuştuğumuz yavrumuzu büyütürken kendimizi de büyütürüz. Eksik kalan yanlarımızı tamamlama, unuttuklarımızı hatırlama vakti başlar.

İşte bu yüzden, bu sefer bir farklılık yaparak anneliğe daha derinlerden bakalım istedik. Annelik algımızı nerede oluşturduğumuzu, sonrasında nasıl şekillendirdiğimizi, evladımıza eşlik ederken gerçek motivasyonumuzun ne olduğunu sorgulamaya çalıştık. Düştüğümüz handikapların sebeplerini bulmak ve en önemlisi, bu yolda yalnız olmadığımızı gösterip çocuklarımızla kurduğumuz ilişkiye, bir kez de alışılmışın dışına çıkarak bakabilmeyi denedik. Ve size, “Lütfen unutma değerli anne, seni duyan, gören ve anlayan birileri var!” demek istedik.

Nerede başladı bu hikâye?

Kadının anne olmaya giden süreci, bebeğinden çok önce, çocuklukta oynadığı evcilik oyunlarıyla ve küçük kardeş ya da kuzenlere göz kulak olmakla başlar. Bu provayı da annesini modelleyerek yapar. Ya annesi gibi olmak ister ya da onun geçtiği dikenli yollardan geçmemeye adar ömrünü. Sonra etrafındaki kadınlara, okuduğu haberlere, kitap ve film kahramanlarına ilişir gözü. Evlenir, eşine de annelik yapmaya başlar tıpkı evcilik oyunlarındaki gibi. Bir yetişkin olduğunu unutup besler onu. Uyudu mu, üşüdü mü, yorgun mu diye düşünmeye başlar. Erkekler de annelerinden gördükleri bu ilginin eşleri tarafından da devam ettirilmesine çok mutlu olurlar. Hele bu ilgiyi çocukluklarında görememişlerse, keyiflerine diyecek yoktur. Zaten “düşünülmeyi”, “sevilme” olarak nitelendiren beylerin, eş adaylarından talepleri de kendilerine bakmalarıdır. 

Evi çekip çevrilen, kendisi işteyken gözü arkada kalmayan erkekler, çocukları olduğunda ise kendilerini ikinci plana atılmış gibi hisseder. Baba olmanın sevinci durulunca, kendilerine gösterilen ilgi ve sevginin azaldığını fark edip, eşlerine “Ama beni unuttun…” diye serzenişte bulunurlar. Bazı durumlarda, psikoloji literatürüne girecek baba kıskançlıkları ile karşılaşırız. 

Anne olan kadın ise eşini artık erişkin bir beyefendi ve ebeveynlik ortağı olarak görmek ister. Bebeğine eşlik edecek bir çocuk değil, sorumluluklarını paylaşan bir eş arar. Ne var ki, dışarıda “dünyayı yöneten” ama evdeki manevi sorumluluklar söz konusu olduğunda “çocuk kalmayı” tercih eden beyefendi, kendi istek ve iradesiyle babalık makamını değil, anne asistanlığını seçer. “Ben anlamam, yapamam, elimden gelmez, sen daha iyi bilirsin…” gibi cümlelerle sorumluluktan kaçarken aslında kazançlı çıktığını sanır. Oysa farkında bile olmadan evdeki babalık ve erkeklik gücünü zayıflatır. Çünkü hayatın her alanında olduğu gibi, evde de güç ve otorite, sorumlulukla doğru orantılıdır.

Çocuktan sorumlu devlet bakanı

Elbette kadın ve erkeğin fıtraten yatkın olduğu konular birbirinden farklıdır. Ancak ebeveynlik, her iki tarafın da ortak kabiliyeti ve sorumluluğudur. Nitekim Yaradan, çocuğun dünyaya gelişini bile anne ve babanın güçlerini birleştirmesine bağlamıştır. 

Gel gör ki, eşi tarafından adeta altın tepside sunulan çocuğun psikolojisi, eğitimi, terbiyesi ve maneviyatı gibi konuların bakanı ilan edilen anne, bu koltuğu kimseyle paylaşmaya pek niyetli değildir. Hatta çocukları büyüse de, kendini “en değerli” ve toplum tarafından “en çok takdir edilen” makamda, yani annelik koltuğunda görmeye devam eder ve buradan kolay kolay kalkmak istemez. Öyle ki kayınvalide olduğunda, annesi olmadığı gelini ya da damadı üzerinde de aynı otoriteyi sürdürme arzusuna kapılabilir.Hiç de gerçekçi olmayan bu arzusuna ulaşamayınca da kaçınılmaz olarak sorunlu ilişkiler ortaya çıkar. Dahası, onu o makama taşıyan evlatlarını ve dolayısıyla annelik statüsünü kaybetme korkusu baş göstermeye başlar.Psikolog Doğan Cüceloğlu’na göre, kadın toplumda, iş hayatında, hatta aile içinde yalnızca kadınlığı ve dişiliğiyle var olmasının engellenmesi nedeniyle, gözde olabileceği tek sıfat olarak anneliğe odaklanıyor ve enerjisinin büyük bir kısmını bu alana yönlendiriyor.

Bu durumu başta eşi olmak üzere, evlatları da desteklediğinde, anneliği kendi kimlik inşasına bir tuğla yapmak yerine, varlığını anneliğe adayan bir kadın nesli ortaya çıkıyor. Cüceloğlu’na göre bir ailede sosyal rollere dayalı bir ilişki baskınsa, yani salt kadın ya da erkek olarak var olma zemini yoksa, o ailenin gerçek anlamda mutluluğu yakalayabilmesi zorlaşıyor. Çünkü bu türlü ailelerde eşler, yalnızca özel hayatlarında birbirlerini kadın ve erkek olarak görürken, sorumluluklar söz konusu olduğunda anne ve çocuk ilişkisine bürünerek bir yanılsama içine giriyor.

Annelik Sarmalı

Öncelikle kadın ve erkek olarak bir ilişki inşa edilmeli, ardından karı kocalık ve anne babalık rolleri devreye girmeli. Dr. Gülcan Özer’e göre eğer anne kadın, kadına; müdahaleyi sevilmek zanneden erkek çocuğu da erkeğe dönüşmezse, evliliklerde sıkıntı çok olur. Aksi takdirde, kadın, herkese annelik yapmaya çalışırken aşırı yorulur ve sorumluluklarıyla doğru orantılı olarak beklentilerini artırır. Bu beklentiler karşılanmadığında, “saçını süpürge ettiği” hâlde yaptığı işlerin görülmediğini düşünür, etrafındakileri nankörlükle suçlar ve kendini anlaşılmamış hisseder. 

Ardından hayal kırıklığı ve değersizlik duygusu ortaya çıkar. Yaşadıklarına öfke duyar ve kendisini anlamayanları suçlar. Bu öfkeyi bazen orantısız bir şekilde dışa vurur, bazen de içine atar. Her iki durumda da hem kendisi zarar görür hem de başkalarına zarar verir. Sonuç olarak, eşi tarafından yalnızca “çocuklarının annesi” olarak görülmeye başlanır ve bir kadın olarak beğenilmediğini hisseder. Bu durum, bir kadın için yetersizlik ve değersizlik duygularının kapısını aralar. 

Kadın Sadece Anne Olursa Ne Olur?

“O zaman sadece çocuklarıma annelik yapayım.” diyerek, maddi destek dışında çocuklarının her şeyinden sorumlu devlet bakanı olduğunu düşünen dişi kuş, erkeği yaptığı yuvadan dışlamak ister. Ancak Psikolog Tülay Kök’e göre karşımızdaki kişinin sorumsuz ya da az sorumlu olmasında bizim de payımız var. Çünkü işlerin istediğimiz gibi olmasının bedeli, her şeyi kendimizin yapmasıdır. Eğer her şeyi düşünmekten yorulduysak, güvenmeyi, bırakmayı ve evdekiler bize göre hatalı işler yapıyorlarsa buna katlanmayı öğrenmemiz gerekir. Zira büyük güç, büyük sorumluluk getirir. “Sorumluluğu kocam alsın ama işleri benim istediğim şekilde yapsın dediğimizde, imkânsızı istemiş oluruz.” diyen Kök, karşımızdakine fırsat vermezsek ve o da bu fırsatı isteyip değerlendirmezse, “Her şeyi ben yapıyorum, erkeğe ne gerek var?” diye düşünerek mutsuz olduğumuzu düşünüyor. Hatta ona göre bu duruma tahammül edemediğimiz için ilişkimize son vermek bile isteyebiliriz.

​Eril ve Dişil Denge

Sorumluluklardan kastımız, yalnızca ev işlerinin paylaşılması değil elbette. Asıl mesele, anne ve babanın eşit bir biçimde çocuklardan sorumlu devlet bakanları gibi hissedebilmesi. Aksi takdirde, bir süre sonra kadın dişil, erkekse eril özelliklerini kaybetmeye başlıyor. Eril ve dişil olmak, sıklıkla karıştırılsa da, erkek ve kadın olmakla aynı şey değil. Bu kavramlar, tıpkı Arapçadaki müzekker (erkek) ve müennes (dişi) kavramlarını belirleyen özelliklere benziyor. Bu mantıkta, bir insanın şefkat duygusu, manevi feyizleri dişillik özellikleriyken; idarecilik, liderlik gibi vasıfları ise erillikle açıklanır. Her insanda eril ve dişil özellikler bulunur, fakat taşıdığı cinsiyete göre bir tarafı daha baskın olur. Yine de, bu iki özellik arasındaki denge sağlandığında daha sağlıklı bir durum ortaya çıkar. Genellikle erillik ve dişillik kavramları, kadının dominant olması veya erkeğin kılıbıklaşması şeklinde algılansa da aslında mesele, karakterde ortaya çıkar. 

Psikiyatr Gülcan Özer, “Memleketim kadınını sakatlar, cinsiyetiyle sınar ve günün sonunda cinsiyetsizleştirir.” diyor bu noktada. Özer’e göre kadın kendini gerçekleştiremedikçe öfkesi artıyor. Kadın İsviçre çakısı gibi her yere yetişmek için “her şeyden biraz” olmaya başladığında, hiçbir şeyde tam anlamıyla huzur bulamıyor. Bu yetersizlik duygusu, annelikte zirveye ulaşıyor. Kadın sahip olduğu eğitim, kabiliyet ve birikimle toplumun ona verdiği “Sen yaparsın!” gazını yakıt yaparak, ralli arabası gibi hareket etmeye başlıyor anne olduğunda. Ancak Psikolog Tülay Kök’ün deyimiyle sahip olduğu şeyler onu sadece güçlü gösteriyor; güçlü yapmaya yetmiyor. Çünkü gerçek anlamdaki dişilik gücü sahip olduklarımızla azalan ya da sahip olamadıklarımızla çoğalan bir güç değil!

​Kahraman Anne İş Başında

Kendini süper kahraman gibi hisseden veya çevresi tarafından böyle görülüp sürekli taleplerle karşılaşan anne, bir süre sonra kendisini suyun akışına bırakır ve kendinden vazgeçer. Tüm hayatını başkaları için yaşamaya başlar. Hayattaki diğer bütün sıfatlarını, hatta bazen kulluğu da dahil olmak üzere, anneliğinin gerisinde bırakır. 

Alternatif olarak, sudan çıkar; kendisini, suyu ve içinde bulunduğu durumu fark eder. İradesini kullanarak ve kendisiyle yüzleşme cesaretini göstererek, suyu arındırır, gerekirse hızını dengelemek için barajlar kurar ve yeniden içine girer. Bu sefer, keyifle annelik serüvenine devam eder. 

Ancak daha kötü bir durum da mümkündür: Kulaç atamayacak kadar tükenmiş hissedebilir ve kendisinden tamamen vazgeçer. Tükenmişlik sendromuyla, “Yazıklar olsun verdiğim emeklere!” diyerek ne annelikten zevk alır ne de hayattan. 

Annelerin bir kısmı ise suyu bile kontrol etmeye kalkar. Obsesif tavırlar sergileyip anneliğini “yapılması gerekenler listesi” ile özdeşleştirir. Doğan Cüceloğlu’nun ifadesiyle, iyi niyetle de olsa çocuğunun hayatının direksiyonuna oturur, onu babasından bile korur! Hayata kaygıyla yaklaşır, sorumluluklarını ihmal etmekten ve hem kendinin hem de çocuğunun hata yapmasından korktuğu için, farkında olmadan kontrolcülüğüyle çocuğunun ruhunu zehirler.

Senle Bitsin Bu Döngü

Peki ne oluyor da annelikte gerçeklik algımızı az da olsa yitiriyoruz? Cevap, Dr. Gülcan Özer’den geliyor: “Gerçekle en zayıf ilişki, annelikte kurulur. İnsanın o kendisinde görmeye utandığı, ehlileştirmeye ömür adadığı ne varsa çıkar. Adaletli olmak, tevazu göstermek, dünyayı olduğu gibi anlamak rafa kalkar ve aidiyet, sisteme hâkim olur… Anne olmak, daima orta karar bir şuursuzluk ve en şahane çocuk fantezisi barındırır. Kim olursak olalım, okuryazar, entelektüel, okumaz yazmaz, neşeli, sıkıcı… Anne olmak, kadınları bir potada eritir.” 

Annelikle birlikte gelen bu “orta karar şuursuzluk” hâli, hem kendimizi hem de çocuklarımızı gerçek dışı bir aynada görmemize neden olur. Bu süreçte, kimimiz var olan gerçek gücünü ve yeteneklerini fark etmeden, “Ben bu işi beceremiyorum!” diyerek hayıflanır; kimimiz ise halterci gibi kariyerini, çocuklarını ve diğer bütün rollerini aynı anda başarıyla taşımaya çalışır. İşin evlatlara bakan yanındaysa, kimimiz çocuklarını olduklarından çok farklı görüp idealize ederken, kimimiz de kendi özgüvensizliklerimizi farkında olmadan onlara yansıtırız. Bu bağlamda Dr. Gabor Mate, bir çocuğa verilebilecek en büyük hediyenin, ebeveynin kendi travmalarını çözmesi olduğunu düşünüyor: “Sana olmaması gerekenler olmuş ya da olması gerekenler olmamış… Eğer sen ebeveynlerinin farkında olarak ya da olmayarak sana verdiği zarardan daha azını evlatlarına verirsen, başarmışsın demektir.”

Kusursuz Anneler Kulübü

İşte bu, daha az zarar verme arayışı, hiç hata yapma lüksünün olmadığı bir mükemmeliyetçiliğe dönüşürse, anneliğimizde suçlama ve suçlanma döngüsüne yol açıyor. Ya kimseye ihtiyaç duymadan evladımızın her hatasını kendi hatamız gibi kabul ediyor ve kendimize yükleniyoruz, ya da çocuktan sorumlu devlet bakanı olarak, başta eşimiz olmak üzere herkes parmakla işaret edip “Yazık, yetiştirememiş!” diyerek bizi suçluyor. 

Mate’e göre, bu suçluluk duygusunun temelinde toplumun kadınları, başkalarının ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarının önüne koymaya ve onlardan sorumlu hissetmeye itmesi yatıyor. Üstelik, bunu yaparken kadınlardan öfkesini bastırmaları ve nazik olmaları da bekleniyor. İşte bu yüzden otoimmün hastalıklar, özellikle kadınların kapısını sıkça çalıyor.

Biz Anneler Ne Yapacağız?

Öncelikle, “Her hâlükârda şahane anneleriz, sadece biraz kalite kontrole ihtiyacımız var.” diyerek morallerimizi yükselteceğiz. Ardından derin bir nefes alıp, kendimize ve anneliğimize dışarıdan bakmayı deneyeceğiz. Evladımızın ayakkabılarını giyip, onun gözünden anneliğimizi görmeye çalışacağız. Kafamızdaki ideal çocukla, evladımızın uyuşup uyuşmadığının farkına varacağız. Onu bizim istediğimiz en iyi şekle sokmak yerine, ondaki malzemelerle nasıl iyi bir çocuk yetiştirebileceğimize odaklanacağız. Onunla yaşadığımız çatışmaları, zorlandığımız noktaları nimet bilip, iç dünyamızda neleri harekete geçirdiğini keşfedeceğiz. Kendi yüklerimizi, tüm bu farkındalıklar vesilesiyle ona taşıtmaktan vazgeçeceğiz. Bu dünyaya, anneliği öğrenmiş bir şekilde gelmediğimizin idrakine vararak, yavrumuzla birlikte anneliğimizi de büyüteceğiz.Buradaki büyümenin, her şeyi kapsayacak kadar devleşmek olmadığını anlayacak ve kapasitemizin farkında olarak hareket edeceğiz. Her şey olalım derken, hepten kendimizi kaybetmeyeceğiz. Biraz yavaşlamayı, bazı şeyleri bırakabilmeyi öğrenip eşlerimize alan açacağız. Babalık müfettişi değil, anne olacağız. Eşlerimiz istese dahi onları çocuk yerine koymaktan vazgeçeceğiz. Kontrolü bırakamıyorsak, işler planladığımız gibi gitmeyince çıldırıyorsak ya da tam tersi, bunlar gündemimizde bile yoksa, bunun sebeplerini arayacağız. Gerekirse destek alacağız. Vakit israfı olan kuru şikâyeti bırakıp, daha kaliteli annelik için vakit kaybetmeden adım atacağız. Elbette bu süreç kolay olmayacak; bu yüzden kendimize karşı şefkatli olacağız.

Peki Babalar?

Babalar da “şahane babalar” olmanın hakkını vererek “muhteşem babalara” dönüşecekler. Eşlerini, çocuklardan sorumlu yegâne varlık gibi görmekten vazgeçip, makamlarının hakkını verecekler. Çocuklarını, annelerinin ikazıyla yatırdıkları her gece, hâlâ asistan anne olduklarını fark edecekler. Evi geçindirmenin sadece maddiyatı değil, maneviyatı da kapsadığının bilincine varacaklar. Aile içi hak ihlallerine mani olup, kızlarının anneleri gibi olmak istemelerine zemin hazırlayacaklar. Eşleri onlara alan açıp pas verdiğinde, takım adına gol atmayı bilecekler. Kendi babalarının beğenmedikleri özelliklerini kopyalamak yerine, onlardan devraldıkları miras konusunda seçici olup yeni bir model geliştirecekler. Babalığı daha iyi öğrenmek için kitaplar okuyacak, seminerlere katılacak ve eğitimler alacaklar. Bütün bunları yaparken attıkları her adımı takdir ederek yollarına devam edecekler.

İşte o zaman, “Mümin erkeklerle mümin kadınlar birbirlerinin velileri, yardımcılarıdır. Onlar iyilikleri teşvik edip kötülükleri menederler.” (Tevbe suresi, 9/71) ayetinin anlamı daha derinden hissedilecek. Çünkü mağdur olmayan ve mağdur etmeyen eşler, birbirlerini daha güçlü kılacak, çocuklarına daha sağlam bir temel sunacak ve en önemlisi, şahane anneler ve babalar olacaklar. 

Nouman Ali Khan:

 “Annelik ve ana rahmi, bizzat Kur’an’ın bildirmesiyle, kutsaldır. Bu yüzden “anne” kelimesi herhangi bir zamanda çirkin bir şekilde, birine küfretmek veya onu aşağılamak için kullanıldığında, o kişi sadece muhatabına karşı suç işlemiş olmaz! Asıl Allah’a karşı bir suç işlemiş olur. O zaman nasıl oluyor da hemen hemen her dilde en çok kötüye kullanılan kelimelerden biri “anne” kelimesi oluyor? Oysa kültürler ve inançlar oldukça farklı. Çünkü şeytan, aynı şeytan ve Allah’ın ana rahmini kutsal kıldığını biliyor. Bu yüzden insanın Rabb’inden uzaklaşmasını istiyor ve ona aynı şeyi yaptırıyor. Zira annenin rahmine saygı duymayan birinin Allah’a da saygısı yoktur.”

Kur’an-ı Kerim ne diyor?

Zıhâr; kocanın, karısını annesine ya da dinen nikâh düşmeyecek yakınlarına benzetmesi anlamında bir fıkıh terimidir. Kelime, bu anlamda Kur’an’da üç yerde geçmektedir. İslam öncesi dönemde, Araplar arasında bir boşanma şekli olarak bilinen bu uygulama genelde “Sen bana annemin sırtı (zahrı) gibisin.” cümlesiyle yapıldığından zıhâr adını almıştır. Bu çirkin âdet, Kur’an’da “Sizden kadınlara zıhar edenler, bilmelidirler ki o kadınlar, onların anaları değillerdir. Onların anaları, ancak kendilerini doğuran kadınlardır. Onlar, çirkin ve yalan olan bir söz söylüyorlar. Bununla beraber Allah, affedicidir bağışlayıcıdır.” ayetiyle geçersiz kılınmıştır. (Mücadele suresi, 58/2)

Önceki İçerikBeynin Gizemli Dünyası
Sonraki İçerikTesettür Mayo ile Denize Girebilir Miyim?

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu yazınız
Lütfen isminizi yazın