Emevîler devrinde bir ordu, Rum diyarına sefere çıkmıştı. Bu orduda, Ebû Eyyûb el-Ensârî de vardı. Onun son yolculuğuydu bu. Orada kalacak ve “Eyüp Sultan” olacaktı. Ordu şehre yaklaştı. Bizanslılar, surun arkasına çekildi. Bu arada Müslümanlardan biri kaleye çekilen askerlerin arkasından hücuma kalktı. Bunu gören arkadaşları, “Şuna bakın! Kendini kendi eliyle tehlikeye atıyor!” dediler. Bunun üzerine Ebû Eyyûb Hazretleri, “Ey Müslümanlar! Bu ayet biz ensar topluluğu hakkında indi. Ne zaman ki Allah peygamberine yardım etti ve İslam’ı üstün kıldı, o zaman: ‘Artık mallarımızın başında durup işimizle gücümüzle meşgul olsak nasıl olur?’ demeye başladık. Allah Teâlâ da ‘Allah yolunda malınızı harcayın da kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın…’ ayetini indirdi. Yani kendini tehlikeye atmak, mallarımızın başında durup onların bakımıyla uğraşmamız ve cihadı bırakmamızdır.’ diye kükrer. Eyüp Sultan Hazretlerinin bahsettiği ayet Bakara Sûresi’nin 195. ayetidir ve devamı şöyledir: “…ve hep güzel davranın. Çünkü Allah güzel hareket edenleri sever.”
Bu ayetin açıklamasını yapan âlimler, cimrilik edip infaktan uzaklaşmanın hem birey hem de toplum için ne kadar tehlikeli neticeler vereceği üzerinde sıkça durmuşlardır. Aslında meali “malınızı harcayın” diye verilen kavram, “infak edin” şeklinde de tercüme edilebilir; ki infak, “Allah’ın rızasını kazanmak için kişinin kendi malından harcaması; ihtiyaç sahiplerine ayni ve nakdi yardımda bulunması” şeklinde tanımlanmıştır. İnfak, ayni ve nakdi yardım olabileceği gibi ilimden, vakit ayırmaktan ve benzeri güzel davranışlardan da olabilir. Nitekim Peygamber Efendimiz, gülümsemenin bile sadaka olabileceğini ifade etmiştir. Yer yer birbirinin yerine kullanılabilen; ama anlamca nüanslar taşıyan kavramlardır infak, zekat, ve sadaka… Bu kavramlardan bazıları bazılarını kapsamakta, bazıları daha dar bir anlam alanına işaret etmektedir.Aşağıda bu kavramların kapsamını anlaşılır bir şekilde görebilirsiniz.
İhsan: Genel olarak iyilik ve lütufta bulunmak, bir işi en güzel şekilde yapmak, Allah’a içtenlikle kulluk etmek anlamlarına gelmektedir.
İnfak: Allah’ın hoşnutluğunu kazanma niyetiyle harcamada bulunma. Kişinin kendisi ve ailesi için yaptığı harcamalar da infak sayılır.
Sadaka: Gönüllü olarak veya dinî bir vecibeyi yerine getirmek üzere ihtiyaç sahiplerine yapılan maddî yardım.
Fitre: Ramazan ayının sonunda gücü yeten her Müslüman’ın ödemekle yükümlü olduğu sadaka.
Fidye/Kefaret: Yerine getirilmeyen yahut kusurlu olarak eda edilen bazı ibadetlerin telafisi maksadıyla ödenen bedel.
Adak/Nezir: Dinen mükellef tutulmamışken kişinin kendi sözüyle üzerine vacip kıldığı ibadet.
Zekat: İslâm’ın beş şartından biri. Bir Müslüman, malının veya kazancının en az dinen belirlenen bölümünü Allah yolunda harcamak zorundadır.
Tatavvu Sadakası : Tatavvu, farz ve vacip niteliğinde olmayan ibadet anlamında bir fıkıh terimidir. Tatavvu sadakasına, gönüllü bağış da denebilir.
Not Defteri
Zekât Hakkında…
“Bütün muavenet ve yardım nevilerini hâvi olan zekât hakkında, sahih olarak Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan “Zekât İslam’ın köprüsüdür.” hadis-i şerifi mervidir. Yani, Müslümanların birbirine yardımları, ancak zekât köprüsü üzerinden geçmekle yapılır. Zira yardım vasıtası zekâttır. İnsanların heyet-i içtimaiyesinde intizam ve asayişi temin eden köprü, zekâttır. Âlem-i beşerde hayat-ı içtimaiyenin hayatı, muavenetten doğar. İnsanların terakkiyatına engel olan isyanlardan, ihtilâllerden, ihtilâflardan meydana gelen felâketlerin tiryakı, ilâcı, muavenettir.
Evet, zekâtın vücubu ile ribanın hurmetinde büyük bir hikmet, yüksek bir maslahat, geniş bir rahmet vardır. Evet, eğer tarihî bir nazarla sahife-i âleme bakacak olursan ve o sahifeyi lekelendiren beşerin mesâvisine, hatâlarına dikkat edersen, heyet-i içtimaiyede görünen ihtilâller, fesatlar ve bütün ahlâk-ı rezilenin iki kelimeden doğduğunu görürsün.”(İşârâtü’l-i’câz Bedîüzzaman Said Nursi)
Bir Bilgi: Zekât
Sözlükte “artma, arıtma; övgü ve bereket” manalarına gelen zekât, terim olarak Kur’an’da belirtilen sınıflara sarf edilmek üzere dinen zengin sayılan Müslümanların malından alınan belli payı ifade eder. Örfte bu payın maldan çıkarılması işlemine de zekât denilir. Sadaka kelimesi de terim olarak zekâtla eş anlamlıdır. Kur’an’da zekât kelimesi otuz ayette geçer ve bunların yirmi yedisinde namazla birlikte zikredilir. Kur’an’da sadaka terimi de hepsi Medenî surelerde olmak üzere on iki ayette zekât anlamında kullanılmıştır. Hadislerin yanı sıra Hulefâ-yi Râşidîn ve Emevîler döneminde de zekât ve sadaka terimleri genelde eş anlamlı olarak geçse de sadaka, hadislerde ve daha çok örfte mecburi olmayan gönüllü ödemeleri de içine alan daha genel bir anlama sahip olmuştur. (Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nden kısaltılarak alınmıştır.)
İz Bırakan Şahsiyetler
Deprem Şehidi Ali Şanverdi’ye Mektup
Aziz, sıddık, şehit kardeşim, Ali Hocam! Haşyetten, hayretten, acıdan dillerin bağlandığı böyle günlerde bir şeyler yazmak çok zor. Susmak da kolay değil ama. Şüphem yok, bu fani, bu yalancı dünyada bizimle olmasan da haberdar olacaksın sözlerimden.
Bu zor günlerde, zaten bilmem gereken bir şeyi daha iyi anladım. Ekranları dolduranlar hep büyük resim, büyük resim deyip duruyorlar ya… İşte ben asıl büyük resmin ne olduğunu daha iyi fark ettim. Büyük resim ölümmüş sevgili hocam. Ölümün herkesi eşitlemesiymiş. Allah’ın terazisi dünya terazileri gibi değil; hep dengede. Eksiler artı geçiyor eşitliğin öbür yanına, artılar eksi geçiyor bir de. Bunu anladım diyorum demesine de… Akıl anlasa, kalp hissetse de duygulara söz geçirmek kolay değil öyle! O gün, o korkunç haberle uyandık uzaklarda. Gözümüz, kulağımız sosyal kanallardan akan haberlerde. İçimizde onmaz bir acı. Bir arkadaşımız hep sorup duruyordu, Ali Şanverdi’ye ulaşamıyorum, haber alan var mı? Ona cevap veriyordu bir başkası, başkaları, ben de ulaşamıyorum, biz de ulaşamıyoruz… Ulaşılamayan binlerce kurbandan, bırakıp giden, önden giden…
Dünya eksilerini, kederlerini artı olarak heybelerine doldurup gidenlerden biri. Sonra acı haberini aldık. Birçok acı haberden biri. Ateş düştüğü yeri yakar derler. Aslında keşke öyle olmasa ama doğru bu! Ama ateş senin adını duyunca, okuyunca bizim kalbimizi de yaktı aziz hocam. Can evimize de düştü. Elbette böyle ifritten günler empati zordur, imkânsızdır belki… Ben nasıl bilebilirim sevgili oğlun o gün neler yaşadı, neler hissetti… Üç gün boyunca harap olan evin başında bekleyen, beklerken kendi elleriyle yıkıntıları kaldırıp enkazdan en yakınlarını, ciğerparelerini çıkaran bir evlat! İşte bu babam, hâlâ kimse gelmedi… Bu anneciğim, ona da yetişemedim. Bu kardeşim… Üç günde üç yakınının şehadetine şahit olmuş bir evlat neler hissetmiştir, kim bilebilir?
Zaten büyümüş, olgunlaşmış insanlardı o çocuklar! Cihan harbini gören ihtiyar sayılır diyor ya üstat. Çocukları yaşlandıran o günden bahsediyor ya Kur’an. Zaten büyümüş; dert içip, hüzün yudumlayıp içlerinde bir bilge büyütmüştü o çocuklar. Yedi yıldır enkaz altındaydılar.
Eski, tatlı anılar zihnime geliyor şimdi seni andıkça… Bir hasat sonrası uçsuz bucaksız ekin tarlalarının üstünde uçuşan sığırcık sürüsü gibi. Hani bir avuç edebiyata sevdalı, kendini sözcüklerin büyüsüne kaptırmış adem evladı boğaza bakan bir yamaçta konuşur, söyleşirdi. Hani, bir öğrenci yurdunda, bir bekar evinde çay eşliğinde kurulan hayaller şimdi?
Bir ara toplaşıp Suriye gezisi yapmayı hayal ediyorduk, hatırlıyor musun? Biz de Şam’a gidecek, oradaki türbeleri, camileri, eski çarşıları gezecektik. Büyük camide namaz da kılardık muhtemelen ama kimse rahatsız olmazdı bundan. Kendi hâlimizde bir kenarda saflara katılır, sonra gerisin geri dönerdik.
Hava bozdu, yollar kapandı; olmadı. Sonra hiç değilse Hatay’a gidelim diye hayal etmeye başladık. Bizi gezdirirdin orada, o konuda şüphemiz yoktu. Belki o müthiş korodan ilahiler dinlerdik, mabetleri gezerdik… O da olmadı hocam, bu sefer yine bir rüzgâr… Artık birbirimizi yakından görmek bile zordu. Ve sonra daha sert bir rüzgâr… Savurdu hayallerimizi. Kimi oraya kimi şuraya… Yeni meslekler, yeni deneyimler, gurbetler, zindanlar…
Daha önce başka bir rüzgârla savrulmuş Ozan’ın bir türküsünü hatırlıyorum. “Aklımıza gelir miydi hiç gardaş… oy… / O toprakta, sen zindanda, ben sürgün…” Daha önce de aklıma geldi kaç kez bu türkü. O zaman sen bazen ikinci gruptaydın, şimdiyse…
Boş ver hocam, dinleme beni. Ben senin beni duyduğundan, bu satırlarımdan haberdar olduğundan eminim! Yedi yıldır altında yaşadığın enkazdan kurtulmak için bu yalan dünyanın çürük evleri arasında bir menzil, bir menfez buldun kendine… İşin doğrusu bu! Yine dualarına, yine tesbihlerine devam ediyorsundur yeni menzilinde. Biz seni unutmayacağız. Sende bizi hatırla sevgili hocam!
Yazdığın yazıların; okuduğun, mütalaa ettiğin kitapların harfleri adedince, öğrencilerine hakikatleri anlatırken, evine rızık götürmek için değişik işlerde çalışırken teneffüs ettiğin havanın zerreleri adedince selam olsun üzerine sevgili dostum, bütün deprem şehitleriyle beraber!
ALİ ŞANVERDİ
1970 yılında Hatay Reyhanlı’da doğdu. İlk ve ortaöğrenimini Reyhanlı’da tamamladı. Dicle Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü’nden mezun oldu. Uzun yıllar, Milli Eğitim Bakanlığına bağlı liselerde öğretmenlik ve idarecilik yaptı. Sevilen, başarılı bir yöneticiydi. 2016’dan sonra farklı zamanlarda pek çok değişik işte çalıştı. En son temizlik sektöründe faaliyet gösteriyordu. Şubat 2023 depreminde arkada gözü yaşlı bir kız bir oğul bırakarak eşi ve en küçük çocuğuyla birlikte hayata veda etti. Yazıya ilgisi üniversite yıllarında başlayan Şanverdi; Yağmur, Kırkbaşak, Kuşlukvakti, Güneysu ve Bamteli dergilerinde öyküler, denemeler yayımlandı.
Eserleri:
Asteğmen
Bekle Beni
Doğudan Gelen Adam
Dokuz Numara