Caner Kaygısız
Televizyonlardan, gazetelerden, sosyal medya kanallarından dalga dalga, durmaksızın gelen haberler. Acı, keder, gözyaşı, ölüm. Sonbahar yaprakları gibi solup dökülen hayatlar. En çok körpe bebeklerin, cennet yüzlü çocukların bahçelerini talan eden acımasız fırtınalar. Kan dökücü beşerin, melekleri dehşete düşüren vahşi yanı!
“Niçin Rabbim, böyle bir yaratık?” “Ben sizin bilmediğinizi bilirim.”
Kötülük problemiyle başa çıkmakta zorlanıyor bazen insan. Belki sık sık yüzleşmek lazım bu kötülükle; insanın kana teşne yönüyle. Rabbimiz, “Sizin bilmediğinizi ben bilirim.” diyor meleklere. Bize de melekler gibi “Sübhansın ya Rab!” demek düşüyor. “Senin bildirdiğinden başka bilgimiz yok zaten.” Sonra teselli fezlekesi: “Alîm sensin, Hakîm sen.”
Akıl, belki ikna edilir. Bugünün yarını var dersin, öte dünya dersin, hak sahibinin hakkını alacağı günü beklersin. Ama kalbe ne diyeceksin? Birkaç gün ömür biçilen bir kelebeğin ölümüne üzülen, göç eden kuşlar için kederlenen kalplere nasıl bir avuntu sunacaksın?
Kalbe Düşen Sorular
Dünya savaşlarında ölen binlerin, milyonların akıbeti kalbe koskocaman bir soru olarak düşer. Sararan yapraklar için, kuruyan çiçekler için, camlara çarpa çarpa ölen kelebekler için titreyen kalbe… Cevap arar sonra. Derken bir başka hassas gönlün sesi duyulur: “Çocukların hayalleri gözümde tütüyor hocam!”
Ne için bu acılar? Hangi büyük resim, hangi yüce amaçlar? Beşer, ne zaman evrilecek insana? Sorular, sorular, sorular… Gözlerden, kulaklardan dimağa; sonra da kalbe doluşan, yüreği sıkıştıran cümleler, keder bombardımanları. Yapraklar gibi yere serilen çocuklar, masumlar! Yükselen dumanlardan daha kesif ahlar, ilençler. Ne için bütün bunlar?
Utanıyor İnsan!
Ne çok acı var her birimizin hayatında. Kime dokunsan bin dert, bin ah, bin şikâyet. Ama öyle ızdıraplar akıyor ki bazen ruhlarımıza; insan kendinden utanıyor. Benimki de dert mi; benim hüznümden, mağduriyetimden ne olacak, diyor. Sorunları, adı anılmaya değmez yutkunmalara dönüyor; lâl kesiliyor insan. Dönüp yine “Ne çok acı var!” diyor sonra.
İşte o zaman, kalabalıkların, filozofların Tanrı’yı sorgulamasına neden olan kötülük problemi, öte dünyanın delili oluveriyor. İyi ki hesap var diyorsun, kendi hesabından korksan da! İyi ki Rabbim Âdil-i Mutlak. Kalp yine acıyor, ciğer yine yanıyor; ama infilak etmekten kurtuluyor bu teselli esintisiyle.
İyi ki bilmediğimizi bilen bir Allah’a inanıyoruz. Onun merhametli olduğuna, bir isminin de “Adl” olduğuna iman ediyoruz. Bunun mutlak denge demek olduğunu, zerre şaşmaz bir teraziye işaret ettiğini biliyoruz. Yine de çok ama çok acı var…
Sahi, ne çok acı var!