Fatma Salmanoğlu
Modern kadının sırtına ne de çok yük yüklediler… Dişi, tırnaklarıyla yuvayı kursun ve korusun istediler, kariyer de yapsın çocuk da yapsın diye beklediler. Ev işini, alışverişini görürken evinin erkeğine karşı tebessümünü yitirmesin, dışarının stresini eve sokmadan çocuklarına da kocasına da yetsin dediler.
Bu karmaşanın içinde zavallı modern kadın, ne evinin kadını olabildi ne de işinin… Hep yarım hissetti kendini ve de hep eksik… Ne evine yetebildi ne de dışarıya… Değersizlik hissiyle, yetersizlik hissiyle tutuştu çıra gibi… Velhasıl modern kadına yazık ettiler…
Sadece ailesi için yaşayan kadın küçümsenirken, bir yandan da bu fedakâr kadının cefakârlığı üstüne destanlar yazıldı. Bir şey başarmak için, şu dünyadan eli boş geçtim dememek için çırpınan modern kadın da yüzyıllardır evde duran kadın gibi kınayan ya da hayranlık duyan bir izleyici kitlesine sahip.
Bu konu kısır döngüye dönüşüp modern dünyanın ve modern ailelerin başına çorap öredursun, kitaplarda ve filmlerde de sıkça bahsedilir oldu.
Geçtiğimiz yıl, 2006’dan beri çok okunan Elena Ferrante’nin aynı adlı romanı sinemaya uyarlandı: The Lost Daughter. “Kayıp Kız Çocuğu” diye çevirmek daha doğru olsa da film Türkiye’de Karanlık Kızadıyla gösterime girdi. Hikâyede gerçekten kısa süreli de olsa kaybolan bir kız çocuğu var. Ama asıl kayıp kız çocuğundan kasıt sanırım tüm bu modern dünyaya gelmiş kadınların kayıp kız çocuklukları…
Filme gelince…
Yaz tatilini Yunanistan’da geçiren orta yaşı geçmiş bir kadın profesör olan Leda’yla tanışıyoruz önce. Deniz kenarında sakince notlarını okumaya çalışan bu kadının rahatı kalabalık bir ailenin gelmesiyle kaçar. Bu ailenin genç gelini Nina’yı görürüz sonra. Küçük kızını çok sevse de kızın huysuzluğuna katlanamamakta ve anneliği bir yük olarak görmektedir.
Nina’nın tavırlarına şahit olurken profesörün gençlik yıllarına gideriz sıklıkla. Kariyerinin doruk noktasında iki küçük kızına bakamamış, onları iş hayatına bir engel olarak görmüş ve nihayetinde kocasını bırakıp başka bir adamla kaçmıştır.
Toplumun kadından daha doğrusu anneden beklentisine eleştirel bir gözle bakmaya çalışan yönetmen Maggie Gyllenhaal bunu başarıyor. Film, anneliğin herkesin kafasındaki tanımını inceden inceye sorguluyor. Bir anne ne kadar fedakâr olmak zorundadır? Neleri feda etmeye hazır olmalıdır? Bir anne bencil olabilir mi? Bir annenin kendi istekleri ve kendi dünyası olabilir mi? Bir annenin ‘ene’si nerede başlar? Modern kadın kendinden feragat etmeden anne olabilir mi? Hem anne hem de iş kadını olunabilir mi? sorularının uçuştuğu bir hikâye sunmuş yönetmen.
Filmin sonunda, bir süre sonra kızlarına geri döndüğünü söyler profesör. Buna toplum baskısı, vicdan azabı ya da analık iç güdüsü diyebilirsiniz. Ancak yine filmin sonunda öğreniriz ki profesör de berbat bir çocukluk geçirmiştir. İlgisiz bir anneyle büyümüş, travmalarını evliliğine taşımış ve iki kız çocuğunda belki de kendi kayıp çocukluğunu görmüştür.
Filmin bir sahnesinde güzel bir meyve tabağı durmaktadır masada. Profesör elini meyvelerden birine uzatır ve irkilerek meyveyi fırlatır. Meyveler çürümüştür, kurtlanmıştır. Hikâyede bu harika metaforla adeta içi çürümüş toplum, içi çürümüş ideolojiler kastedilir. Fakat bu metafor beklentiyi yüksek tutarak ve kadına gerektiği yardımı yapmayarak modern kadının içinin çürümesine yapılan bir gönderme olarak da görülebilir.
Travma ve yara dolu içiyle her gün binlerce kadın anne olmakta ve bir kız çocuğu dünyaya getirmekte… O kız çocukları da büyümekte ve anne olmakta… Yani yine çürük ve de kısır bir döngüyle baş başa bu koca dünya…