Kayboluşun Bizcesi: Duyarsızlaşma

Hayran olduğun manzaralar seni heyecanlandırmıyor, acı dolu yaşam öyküleri yüreğini sızlatmıyor ve büyük bir aşkla evlendiğin sevgili eşin gözüne artık o kadar da güzel görünmüyorsa tehlike çanları çalıyor demektir.

Hakikâtlerle tanıştığım dönemdeki heyecanım yok, dedi geçen gün bir arkadaşım. Sonra, “Sende de aynı şey oluyor mu?” diye sordu. Sustum. Sessizliğimi görünce, “Gel birlikte düşünelim.” dedi.

İlk namazını, ilk orucunu, ilk kitabını; Kâbe’yi ilk görüşünü, bir şehre ilk girişini, çevirdiğin ilk pedalı, oğlunun ilk sözcüğünü, kızının ilk resmini, eşini ilk tebessümünü hatırlıyor musun? Neler hissetmiştin? Sonra namaz kılmaya, oruç tutmaya devam ettin yıllarca. Kâbe’yi kim bilir kaç kez gördün. İlk kez girdiğin o şehrin aşinasısın artık. Raflar dolusu kitabın oldu. Oğlun destanlar düzdü. Kızın her gün yeni resimler çizdi. Eşinle her gün yüz yüze, göz gözesin.

Eskiden hiç tanımadığın bir çocuğun hıçkırıkları uykularını kaçırırdı. İzlediğin filmlerde bir bebek ayrısla annesinden, içli içli ağlardın. Bir kedi yavrusunun cılız miyavlaması, bir sokak köpeğinin içine geçmiş karnı acıtırdı içini. Yerinde duramaz, bir şeyler yapardın onlar için. Kesilen kayınlara, köklenen zeytin ağaçlarına, nesli tükenen yaban eşeklerine, damla damla eriyen buzullara üzülürdün.

Belgeselleri seyretmenin seni ne kadar incittiğini ben bilirim. Yaşam alanları yok edilen yelkovan kuşları, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakılan yayın balıkları… Sadece canlılar da değil! Restore edilirken kitabelerinin canına okunan bir medrese karşısında nasıl kahrolduğuna ben şahidim. Bataklığa dönen göller, kararan gökler, kirlenen ırmaklar, kelleşen tepeler… Şehirleri süpüren seller, sokakları karartan yangınlar, balkondan düşen çocuklar, çocuklarını sayıklayan anneler, zelzeleler, fırtınalar, kıtlıklar, savaşlar… Dayanamaz, haberleri geçerdin. Üzülürdün, kahrolurdun; ama harekete geçer, mutlaka bir şeyler yapardın. Şimdi de karşılaşıyorsun bunlarla. Belki de çok daha fazlasıyla… Canım arkadaşım, yumak yumak sarıp büyüttüğü soruyu öylece bırakıverdi orta yere. Ne cevap vereceğimi bilemedim. Mütereddit çiçekler gibi açıp açıp kapandım birkaç vakit. Yutkunup kaldım.

Göz Eşiği

Bundan tam beş yıl önce Kenya’ya geldiğim ilk günü hatırladım sonra. Önyargılarımın çizdiği bir hayalle kurak, çölleşmiş bir arazi üzerinde kerpiçten yapılmış evler; eprimiş eski püskü arabalar görmeyi bekliyordum. Oysa yüzümü güldüren ılık bir hava karşılamıştı beni ilkin. Kalacağım yere varana dek ağzımın hayretten bir karış açık kaldığını, şaşkınlığımı ve mahcubiyetimi hatırladım. Büyüklü küçüklü ağaçlar, ilk kez gördüğüm hayvanlar; son model arabalar, geniş ve harika yollar nasıl da şaşırtmıştı beni. Annemin çiçek diye saksıya diktiklerinin, gözlerimin önünde koca koca ağaçlar olarak arzıendam ettiğini görünce, “Allah’ım!” demiştim. “Sen çok güzelsin!” İç geçire geçire baktıkça, serinliklerinde gölgelendikçe, meyvelerinden tattıkça…

Usul usul sokulan acı bir gerçeği fark ettim bunları düşünürken. İlk gördüğümde beni sarhoş eden bu güzellikler, hayret vermek şöyle dursun, artık beni etkilemiyordu bile. Hâlâ güzeldiler muhakkak, çok güzeldiler; ama sanırım ben artık görmüyordum onları, duyarsızlaşmıştım!

Duyarsızlaşma Hastalığı

Duyarsızlaşma, kişinin belirli bir uyaran veya duruma tekrar tekrar maruz kalması neticesinde, bu uyaranlara karşı gösterdiği tepkinin giderek azalması yahut kaybolması olarak tanımlanıyor. Hem duygusal hem de fiziksel uyaranlar için geçerli olan bu durum; zaman zaman kişinin şahsındaki ve çevresindeki olumsuzluklara karşı tepkisiz kalmasına ve aidiyet duygusunun zayıflamasına yol açıyor. Bu yüzden çoğu kez bireyin kendisinden ve sosyal çevresinden uzaklaşmasını netice veriyor.

Herkesin, insanlığın gereği olarak taşıması ve saygı duyması gereken birtakım değerler vardır. Zamanın değişmesi, asrın başkalaşması, herkesin dünyaya dalması, insanların hayata perestiş etmesi, çoğunluğun derdimaişetle sarhoş olması bu değerlerden taviz vermeyi gerektirmez. Bununla birlikte, her insan “biricik”tir ve toplumun bireyden statüsüne uygun olarak beklediği birtakım davranışlar vardır. Her bireyin, taşıdığı statülere göre pek çok rolü olabilir. Bu roller, diğer rolllerle olan ilişkilerinin derecelerine göre var olur ve anlam kazanır.

Bir kimse hem teyze hem veteriner hem atlet hem de bir dernek üyesi olabilir. Yalnız birey olarak biriciktir ve kendine münhasır bir şahsiyete sahiptir. Burada önemli olan, insanın savunduğu değerleri toplumsal rolü ne olursa olsun kimliklerine taşıyabilmesidir.

Tıpkı yavrularından ayrı kalan bir kuşu yeniden yavrularına kavuşturan Peygamber Efendimiz gibi. Çünkü o, yukarıda gördüğümüz gibi sadece merhameti değil; sevgi, yardımlaşma, paylaşma, farkındalık sahibi olma, iyiliği yayıp kötülüğe engel olma ve çözüm odaklı davranma gibi pek çok değeri, bütün rollerine/kimliklerine taşımıştı. Diğer bütün rollerinin yanında mümin kimliğini taşıyan bir insanın, evrensel insani değerlere kayıtsız kalması, diğer bir tabirle bu değerlere “duyarsızlaşması” kabul edilemez.

Nerede Başlar?

Duyarsızlaşma, insanın temel değerlerine lakayıt kalması olarak da değerlendirilebilir. Bu ilgisizlik zamanla inanç sisteminde yıpranmaya, bozulmalara ve çözülmelere yol açabilir. Bununla kalmayıp davranışlara da yansıyabilir. Bütün gücüyle çalışması gereken yerde “Bana ne!” diyebilir insan mesela. Sesini yükseltmesi gereken yerde susabilir. Sükut geçmesi gereken yerde yüksek sesle konuşabilir. Duyarsızlaşma önce kalpte başlar, oradan duygulara sirayet eder ve sonunda kendini amellerle gösterir.

Önce Dikkat

İnanan insanlar olarak yediğimizin içtiğimizin, aldığımızın sattığımızın ve kazandığımızın helal olması gerekiyor. Bu noktada Peygamber Efendimizin, “Haramla beslenen vücudun yeri cehennemdir.” hadisi bir tehdit olarak önümüzde duruyor. Yediği haram lokmayı çıkarmak için parmağını boğazına sokan Hazreti Ebû Bekir, bir deniz feneri gibi bize yol gösteriyor.

Hangi lokantada, hangi çay bahçesinde yiyip içiyoruz? Afiyetle yediğimiz köfteler caiz mi? Bu etlerin elde edildiği hayvanlar hangi usulle kesildi? Helal olduğundan emin miyiz? Dost kahvaltılarında yediğimiz peynirlerin mayası hayvansal mı kültürel mi? Endişelenmeden spariş ettiğimiz vegan tatlılar da alkol kullanılıyor mu? Kızartılmış yiyeceklerin yağında istemediğimiz şeyler de pişiriliyor mu? Kahvelerimize konulan kremaların içinde neler var? Satın aldığımız malzemelerin fiyatlarına, son kullanma tarihlerine baktığımız kadar içeriklerine de bakıyor muyuz?

Gardırobunuzda Ne Var?

Giyim tercihlerimiz üzerinde yaşadığımız coğrafyanın, mevsimin, kültürün, zamanın tesirinin olması kaçınılmazdır. Bununla birlikte inanan insanlar olarak giyim kuşamımızda dinimizin temel prensiplerini akıldan çıkarmamalıyız. Kıyafet seçimlerimizde gerektiği kadar hassas davranıyor muyuz?

Enine, boyuna, rengine, şekline Kur’an-ı Kerim’in ve sünnetin çizdiği sınırlar dahilinde dikkat ediyor muyuz? Yoksa modanın rüzgârına kapılıp böyle de olur mu diyoruz? Çocukluk yıllarımızda büyüklerimizin tekerleme gibi tekrar ettiği bir giyim-kuşam anayasası vardı: “Dar olmayacak, geniş olacak; ince olmayacak, kalın olacak.” Hatırladınız mı? Sevgili Peygamberimiz, Hz. Ayşe vasıtasıyla Hz. Esma’yı ikaz eder ince bir elbisesinden dolayı. Bir başka zaman, erkeğin kadına, kadının erkeğe benzememesi konusunda uyarılarda bulunur. Toplumu topyekûn istikamete çağırır.

Elbise dolabımızı açtığımızda ne karşılıyor bizi? Ya da ne karşılamıyor? Uzun, geniş, dökümlü pardösülerimiz yok mu artık o dolapta? Kısalan etekler, daralan pantolonlar, incelen kıyafetler, askılı elbiseler ve şortlar mı var? Uzun lafın kısası, modayı mı görüyorsunuz o dolapta yoksa duyarsızlaştığınız hassasiyetlerinizi mi?

Konuştuğumuz Kadarız

Bu noktada kelimelerimize, cümlelerimize, hasılı konuşmalarımıza da bakmamız gerekiyor. Zira çoğu zaman konuştuğumuz kadarız. Kur’an-ı Kerim’in “lağviyat” olarak tanımladığı boş ve faydasız konuşmalardan ne kadar sakınıyoruz? Bu sözleri israf olarak mı değerlendiriyoruz yoksa “istişare etme”, “içimizi dökme”, “dertleşme” perdelerinin arkasında başkalarının gıybetini mi yapıyoruz? Şaka yollu yalanlar söylüyor, bir çeşit yalan sayılan abartılarda bulunuyor muyuz?
ya ilişkilerimiz?

İnsanlarla olan münasebetlerimiz de duyarsızlaşma katsayımız hakkında ilk elden bulgular verir. Ağlayanın gözyaşını silecek merhametimiz, acı çekene merhem olacak şevkimiz, her şeyini kaybedene omuz verecek gücümüz var mı hâlâ? Karşımıza çıkan yahut çıkacak zorluklara aldırış etmeden bir şeyler yapma çabamız var mı? Elimizden hiçbir şeyin gelmediği durumlarda dahi hiç değilse arayıp sorarak, teselli vererek, dua ederek, gözyaşı dökerek mağdurun, mazlumun yanında olduğumuzu hissettirebiliyor muyuz?

Gözümüzde Ne İzi Var?

Açtığımız ekranlarda neler var? “Reels”lerimiz, dizilerimiz, filmlerimiz… YouTube’da dolaşırken gözümüzü kulağımızı koruma hususunda hassas davranıyor muyuz? Gözlerimizden kalbimize akanları süzüyor muyuz? Çocuklarımız neler seyrediyor? Şiddet içerikli görüntülerden kaçındığımız kadar tertemiz dünyalarını kirletecek sahnelerden de kaçınıyor muyuz?

En Büyük İyilik

Kendimize ve topluma yapabileceğimiz en büyük iyiliklerin başında, güzel çocuklar yetiştirmek geliyor. Kendi çocuğumuz başta olmak üzere, dokunduğumuz her çiçek miras kalacak yeni çağa. Bizim yanlışlarımızın, duyarsızlaşmalarımızın, ihmallerimizin kurbanı olmasınlar. En güzeli, onları şahsiyetlerini yok saymadan, insani ve İslami değerlere uygun bireyler olarak yetiştirmek. Elimizdeki hamuru yoğurmakta hassas davranıyor muyuz? Yoksa kendi hâllerine bırakırsak ekşiyip bozulacağını bile bile ihmal mi ediyoruz? Oysa biz, gelecekteki yetişkin bireylerin çocukluğuna şahitlik eden ev sahipleriyiz. Zaman zaman “yakın körlüğü” yaşasak da çocuklar misafirimiz; biz ise ev sahibiyiz.

Sinsi Bir Hastalık

Bir anda değil; zamanla meydana geldiği için duyarsızlaştığımızı fark etmek her zaman kolay olmayabiliyor. Hatta bazen, “asla olmam” dediğimiz kişilere dönüştüğümüzü bile fark edemiyoruz. Öteden beri eleştirdiğimiz özellikleri taşıyoruz da farkına varamıyoruz. Asla yemem dediğimizi yiyor, katiyen giymem dediğimizi giyiyoruz. “İnsanlar bunu nasıl yapıyor?” diye itiraz ettiğimiz şeyler, günlük rutinlerimiz hâline geliyor da göremiyoruz.

İşte bütün bunlar, değişimin yavaş yavaş, kendini hissettirmeden meydana gelmesinden kaynaklanıyor. İnsan kendine dışarıdan bakamadığı için kaybettiklerinin farkına varamıyor çoğu kere. Anlayamıyor kaybettiği değerleri, duyguları, hassasiyetleri. Bazen duyarsızlaşmanın sebebi bizzat kendimiz oluyoruz. Bile isteye yapıyoruz bunu. Bazen rahatımızın kaçmasını arzu etmediğimizden bazen de görmemeyi tercih ettiğimiz için. Bir şeyi görmek, duymak, sorumluluk yüklüyor çünkü insana. Hem şahsi hem de içtimai yaşantımızda sürekli uyanık olmak gerekiyor dünya ve ahiret kazanımları için. An geliyor, insan geçirdiği imtihanlar neticesinde hayatını, değerlerini sorgulamaya başlıyor birden. Böyle zamanlarda değerler hakkında sorduğu sorular, hayatındaki değişimin sebebi oluyor çoğu kez.

Kişinin manevi ve    ahlaki değerlere karşı duyarsızlaşması, zamanla başkalarının duygularına ve ihtıyaçlarına karşı da duyarsızlaşmasını netice verebilir.

Değişim kaçınılmaz; evet! Öyle ya da böyle, bugün değilse yarın değişeceğiz. Biz değişeceğiz; bakışımız, görünüşümüz, fikirlerimiz, duygularımız… Bütün bunlara bağlı olarak da hayatımız… “Birisi” için, “bir şey” için yaptıklarımızı o kişi yahut o şey hayatımızdan çıktıktan sonra yapmayı bırakacağız. Oysa temel insani ve İslâmi ölçülerle bina ettiğimiz değerlerimiz nereye gidersek gidelim, ne iş tutarsak tutalım bizimle kalacak. Kimden, nereden ve nasıl öğrenmiş olursak olalım; ait olduğumuz çevreden çıksak da dünyanın bambaşka coğrafyalarında, kültürlerinde nefes almaya devam etsek de bizimle kalacak.

Kerametin Büyüğü

Sadakat, bir nevi sözleşmedir. Anlaşma, ne üzerine yapıldıysa onu harfiyen yerine getirmek, söz veren için tartışılmaz bir hakikattir. İnanan insan neye söz verir? Vazife ve sorumlulukları nelerdir? Bunu bilmek ve bu bilince göre hareket etmek gerek. Sadakatimizle var olabilmenin diğer bir önemli yanı ise bu vazife ve sorumlulukları son nefese kadar devam ettirebilmek. Emrihak vaki oluncaya dek emrolunduğumuz gibi dosdoğru, sırât-ı müstakîm üzere kalabilmek. Sadıklarla birlikte olabilmek.

Pek çok şekilde yapabiliriz bunu. Başta Peygamber Efendimiz, sonra diğer peygamberler ve nihayet onların takipçileri olmak üzere yolumuzu aydınlatanları adım adım takip edebiliriz. Onlardan manevi olarak feyz almak, kutlu hayatlarını okuyarak eserlerini anlamaya çalışmak, pratikte yaptıklarını taklit etmek, hayatımıza yön ve şekil vermelerine müsaade etmek ve manevi sofralarına oturmak yapılabileceklerimizden birkaçı sadece.

Ayrıca halihazırda hayatta olup istikamet üzere olduklarına inandığımız; Kur’an ve sünnet çizgisinde yaşayan insanlarla da oturup kalkabiliriz. Bu tür insanlar, düzgün hayatlarıyla çevresindekilere örnek olurken aynı zamanda yanlış yapıldığında üslubunca uyarma erdemine de sahiptirler. O hayırhah dostlar, raydan çıktığımızı fark ettiklerinde yumuşak ve güzel bir üslupla “Olmadı bu!” diyebilirler.

Kendimiz Olabilmek

Çoğumuz doğduğumuz evlerde devam etmiyoruz hayatlarımıza. Türlü sebeplerle defalarca taşınmak zorunda kalıyoruz. Yeni şehirler, bölgeler, ülkeler; yeni diller, kültürler ve inançlar görüyoruz. Hâl böyle olunca yeni roller, kimlikler ve misyonlar üstlenmemiz de kaçınılmaz oluyor. Burada ihmal edilmemesi gereken, bunca “yeni” arasında kendimizi, şahsiyetimizi, değerlerimizi kaybetmemek. Yeni ile uyum çabası içindeyken kendi değerlerimizi koruyabilmek. Dahası bütünleştirebilmek.

Bunu iyilerle oturup kalkarak, hem ruhumuzu hem aklımızı besleyecek eserleri okuyarak, dünyaya gönderiliş gayemizi aklımızdan çıkarmayarak ve lezzetleri acılaştıran ölümü sık sık hatırlayarak yapabiliriz!

Haber bültenine abone olun.

En son haberler, teklifler ve özel duyurulardan haberdar olmak için.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu yazınız
Lütfen isminizi yazın

Bu hafta en çok okunanlar