Durdu Ozan
Mekke’de ilk günüm. Dile kolay, akşam olmak üzere ama geliş sebebimi kimseye söyleyemeden öylece bekliyorum. Kimseyi tanımadığım gibi Mekke’yi de bilmiyorum. Azığım yok. Zemzemden başka kursağımdan girecek bir şey de bulamadım. Bir sokak köşesinde oturmaktan başka ne yapabilirim? Oturdum öylece bekliyorum. Karşıdan bir adam bana doğru geliyor ve gülümsüyordu. Ya, “Ey yabancı buralarda ne arıyorsun?” diye sorarsa. Yalan söyleyemem. Oldum olası nefret ettim yalandan. Evet, tertemiz bir geçmişim yok. Zamanında kabilenin diğer fertleri gibi ben de ticaret kervanlarının yolunu kestim. Yağmacılık yaptım. Atılgan, cesur, gücü kuvveti yerinde biri olduğum için kabilem özellikle isterdi bu işi onlarla yapmamı. Ama ne yaparsam yapayım mutlu değildim. Topladıklarım beni mutlu etmenin çok uzağındaydı. Hele de putlar! İnsan, kendi eliyle yaptığı aciz ve zavallı putlara nasıl tapabilirdi?
Aklımda sorular… Kendi köşeme çekilip bir arayışa girmeme neden oldu… Giderek insanlardan uzaklaştım. Gerçekten her şeyi, kendini bir koruyamayan, taştan kilden putlar mı yaratmıştı? Yoksa her şeyin tek bir yaratıcısı mı vardı? Sorularıma cevap aradıkça, bir yol göstericiye o kadar çok ihtiyacım olduğunu anlamıştım ki… Artık cevaplardan çok bana yol gösterecek bir rehber arıyordum. Günler, aylar, yıllar derken tam üç sene geçmişti. Nihayet, bir haber ulaştı kabileye. Mekke’de Muhammed adında bir zâtın peygamberliğini ilan ettiğinden bahsediyorlardı. Anlattıklarını dinleyenlerin de birer ikişer Müslüman olduğu söyleniyordu. O günlerde Mekke’den biri gelmişti. Benim “lâ ilahe illallah” dediğimi duyunca, “Mekke’de bir zat var, senin dediğini diyor ve peygamber olduğunu söylüyor.” dedi. Heyecanla atıldım. Hangi kabileden olduğunu sordum. Kureyş’ten cevabını alınca kalbimin kanatlandığını hissettim. Kabıma sığamaz olmuştum. Hemen kardeşim Üneys’e koştum. Hayvanına binip Mekke’ye gitmesini, bana haber getirmesini salık verdim. Üneys iyi şairdi, konuşmasını bilirdi. Peygamberim diyen zatı da tartabilirdi. Gidip geldi, haberler getirdi. Hayran kalmıştı Muhammed’e. İnsanların onun hakkında ne dediklerini sordum. “Şair, kâhin, sihirbaz” dediklerini söyledi. Tam da adamını göndermiştim. Sözlerinin ne şaire ne kâhine ne de sihirbaza benzemediğini anlattı. Üneys sözden anlardı ama tatmin olmamıştım. Tam aradığım cevaplar değildi. Gidip kendi gözümle görmeye karar vermiştim.
Yola çıkmak üzereyken kardeşim uyardı, “Mekke halkından sakın. Mekkeliler ona karşı kin besliyorlar ve onunla görüşenler takip ediliyor.” dedi. Hafiften ürpermiştim. Neden geldiğimi öğrenirlerse bir dert, kim olduğumu anlarlarsa başka bir dertti…
İşte Mekke’deyim… Sessizce adamın yaklaşmasını bekliyorum. Yaklaştıkça gülümsemesi daha da ortaya çıkıyor. Ali’nin ayakları önümde duruyor. Garip ve yolcu olduğum her halimden anlaşılıyor olmalı. Beni evine davet ediyor bu gece için. Hayır demek içimden gelmiyor ama niçin geldiğimi sorarsa diye de korkuyorum. Sormuyor, ben de konusunu bile açmıyorum. Sabah olunca yeniden bir umut Kabe’deyim. Yine hiçbir ipucu yok. Yine aynı köşedeyim. Ali yine geliyor ve tekrar evine davet ediyor. Sabah yeniden Beytullah’tayım. Aradığımı bulamıyorum. Üçüncü gün yine evine davet ediyor. Sonunda nereden ve niçin geldiğimi soruyor. Doğru bilgi vereceğine ve kimseye söylemeyeceğine dair söz alıp anlatıyorum her şeyi. Tam yerine geldiğimi söyleyince derin bir nefes alıyorum. Meğer o da yarın onu görmeye gidecekmiş. Yürürken sessizce arkasından gelmemi ama kimseye belli etmememi söylüyor. Birinin takip ettiğini fark ederse eğilip ayakkabısını bağlıyormuş gibi yapacak ben de yanından geçip gideceğim. Kimse takip etmezse onun girdiği eve gireceğim.
Kâbe bir anne sıcaklığındaydı ama müşrikler değildi. Ben şehadetim haykırınca öldüresiye dövdüler beni. Taş, sopa, kemik parçaları, ne buldularsa onunla vurdular. Bulamayanlar tekme, yumruk… Kanlar içinde kaldım. Abbas, Allah ondan razı olsun, beni kurtardı. Ne de olsa kabilem kervan yolu üzerindeydi, ben ölsem Mekke kervanlarına rahat yoktu. Şimdi diyeceksiniz ki döndün mü kabilene bu dayaktan, canına kasıttan sonra? Dönemedim. Duysunlar istiyordum. Yine Kabe’de şehadetimi ilan ettim, yine dövdüler. Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz tarafından huzura çağrıldım. Kavmime dönmemi ve onlara İslam’ı anlatmamı emretti.
Evdeyim… Ali’nin arkasından girdiğim evde bizi bekliyordu. “Esselamu aleykum” diye selamladım. İslam’da bu şekilde verilen ilk selam oldu. Selamımı aldı ve konuşmaya başladı. O sordu ben cevapladım, ben sordum o cevapladı. Kim olduğumu, kabilemi, nerede kaldığımı, ne yiyip ne içtiğimi… O kadar ilgilendi ki. Ben de ona insanları neye davet ettiğini, İslam’ın ne olduğunu sordum. Güzelce izah etti. O gün, o evde hayatım değişti. Hazreti Muhammed ile buluşup Müslüman oldum. İslam’ı kabul etmiştim ama içim içime sığmıyordu. “Ya Resulallah, Allah’a yemin ederim ki Müslüman olduğumu Kabe’de müşrikler arasında haykırmadıkça memleketime dönmeyeceğim.” deyiverdim.
Hicret’e kadar bu emri yerine getirdim. Hicret haberi gelince ben de yükü sardım. Yerim Peygamberimiz’in yanıydı. Her şeyi sorup bizzat kaynağından öğrenme huyumla meşhur oldum. Özel iltifata mazhar oldum. Hendek Savaşı’na kadar Efendimiz beni tekrar kabileme İslam’ı anlatmam için gönderdi. Temelli dönüşüm bu savaş sonrası oldu. Artık bir nebze olsun ayrı kalamıyordum. Birçok mahrem sırrını bana açıyordu. Peygamberimiz’in elini öpmeye bile muvaffak olmuştum. Benim hakkımda “Dünyaya Ebu Zer’den daha sadık kimse gelmedi” iltifatında bile bulunmuştu.
Tebük Seferi’ydi. Devem çok zayıf ve dayanıksız olduğu için geride kalmıştım. Yolun orta yerinde devem çöküverdi. Kalkıp yürüyecek gibi de değildi. Ben de indim. Heybemi, yükümü sırtıma yüklendim, orduya yetişme gayesiyle sıcağa aldırmadan yürüdüm. Bir öğle vakti orduya yetiştim. Ben henüz uzaklardayken, etrafındakiler uzaktan bir adam geliyor demişler. “Ebu Zer midir? Onun olmasını isterim.” buyurmuş. Onlar da dikkatli bakınca benim olduğumu anlamışlar. “Allah Ebu Zer’e rahmet eylesin. O yalnız yaşar, yalnız yürür, yalnız başına vefat eder ve yalnız başına haşrolunur.” buyurmuş.
Yıllar sonra, şimdi bu diyarda bir başınayım. Vefat etsem defnedecek kimsem yok. Kefenim yok. O doğru sözlü Emin bir kere daha doğruluğunu ispat etti. Hanımım yalnızlığıma ağlıyor. Nasıl defnederim telaşında yalnız başına. Yoldan birileri geçer diyorum rahatlaması için. Hanımımın yardımıyla yaşlı ve yorgun bedenim Kabe’ye doğru çevriliyor. Son nefesimi vermeye hazırım. Uzakta gittikçe yaklaşan bir toz bulutu… Cenazeme anca yetişirler.
Son söz olarak bir gün Efendimiz bana şöyle demişti: “Tedbir almak gibi akıllılık yoktur. Haramlardan el çekmek gibi vera yoktur. Güzel ahlak gibi de soyluluk yoktur.”
Allah’ın selamı üzerinize olsun!