
Durdu Ozan
Hazreti Ebû Bekir’in oğlu Abdullah, genç yaşta gösterdiği cesaret ile Peygamber Efendimize büyük hizmetler etmiş, hicret sırasında önemli görevler üstlenerek, hayatı boyunca inanç ve fedakârlığın simgesi olmuştur.
İnsanların karakteri ve geleceği üzerinde anne babasının, kardeşlerinin etkisi ne kadar da büyük! Ben, dünya üzerindeki en şanslı kişilerden sayabilirim kendimi. Ebû Bekir’in ocağında yetişmiş, onun terbiyesini almış bir çocuğum. Sadık olmayı anlatmadı, yaşadı. Babamda ve annemde imanı ve tevekkülü gördüm. Kardeşim Ayşe’de temizliği, iffeti, zekâyı. Esma, canımdan aziz bildiğim özbeöz ablam. Ne yiğitler yetişti onun elinde.
Mekke’de doğdum. Kirine, pasına bulaşmadım o kara yılların. Putuna, içkisine, ahlaksızlığına meyletmedim. Daha çocuk yaştaydım İslam’ı seçtiğimde. Hayatımızın her anında Peygamber Efendimiz vardı. Zorluklar yaşadık elbette. Canımızdan endişeliydik. Ailemizin başına bir şey gelmesinden korkuyorduk. Her şey gözümüzün önünde olup bitiyordu; küçük yerdi Mekke. Olaylar da dedikodular da çabuk yayılıyordu. İman edenler arttıkça, işkenceler de artıyordu. Yasir ailesine ağladık; şehitlere ayrı, arkada kalan Ammâr b. Yasir’e ayrı. Önümde dağ gibi babam, onun önünde Allah Resulü.
Babamın fedakârlığı
Bir gün sürükleyerek getirdiler babamı. Kapının önüne bıraktılar. Ölü müydü? Her tarafı kan revan. Acımız büyüktü. Güçlükle yatırdılar yatağına. Günlerce kendine gelemedi. Ölmemişti ama hayatta demek de zordu. Gözlerini açtığında nasıl da sevince boğulduğumuzu anlatamam. Gücü konuşmaya yettiğinde, “Allah Resulü nerede?” demişti. Bir iki yudum su içsin, bir lokma yemek yesin diye çok ısrar ettik ama kabul etmedi. “Peygamber Efendimizden haber almadan ne bir yudum içerim ne bir lokma koyarım ağzıma.” dedi durdu. Çarnaçar, Allah Resulü’ne götürdük. O da yaralıydı. Aynı yerde, beraber eziyet görmüşlerdi.
Hicret Yolculuğu
Yıllar geçti; acılar eksilmedi, arttı. Gözlerde yaş kurumadı. Acı hatıralar, biriktikçe birikti. Bir öğle vakti, hiç âdeti değildi, Allah Resulü evimize geldi. “Göç zamanı!” dedi. Vakit gelmişti. Sahabeler bir bir gitmiş, Resulullah babama hep “bekle” demişti. Şimdi “Haydi, gidelim.” diyordu. Babam, aktif sabır insanıydı. Beklemişti ama beklerken gerekli bütün hazırlıkları yapmıştı. Gürbüz develer satın alıp onları beslemişti bile. Beklediği, yalnız bir işaretten ibaretti.”Sana çok büyük bir görev düşüyor.” dediler. İsterdim onlarla gitmeyi ama bana düşen kalmaktı. Koyun sürümü alıp onları takip etmek ve izlerini yok etmekti vazifem. Çünkü iz bırakmamak çok önemliydi. Ablam azık taşıdı günlerce, ben izleri sildim. Nihayet sağ salim vardılar göç diyarlarına. Arkalarından ben ve ailem de hicret ettik Medine’ye. Artık Muhacir Abdullah olmuştum. Saîd b. Zeyd’in kız kardeşi Âtike ile evlendim, çok sevdim onu. Kazandığım tecrübeler, ileride yapacağım hizmetler için en büyük rehberimdi.
Birçok sefere katıldım. Taif’te yaralandım. İyileşti yaram ama tekrar tekrar açıldı sonra. Ölümüm o yaradan oldu. Cenazemi kaldırmak da babama düştü. Halifeliğinin ilk yıllarıydı. Beni yaralayan oku saklamış yıllarca. Bir gün Müslüman olup ziyarete gelen Sakîf Heyeti’ne sormuş o oku. İçlerinden birisi “O oku ben yonttum, ucunu ben sivrilttim, tüyünü ben taktım ve onu ben attım.” diye cevap vermiş. Bunu duyan canım babamın ağzından şu cümleler dökülmüş: “Bu ok, Ebû Bekir’in oğlunu şehit eden oktur. Ona senin elinle şehitlik veren, senin onun eliyle küfür üzere öldürmeyen Allah’a hamdolsun! Onun rahmeti ve ikramı ikinizi de kuşattı.”