De ki: Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmak asla size fayda vermez. Faraza başarsanız bile hayatta kalacağınız süre, nihayet çok sınırlıdır.
(Ahzab suresi, 33/16)
Tarık Süha
Kırıklık; bakışları yere, elleri yana düşüren o yetmezlik duygusu… Hayatın çarpmasıyla bir “ruh sürçmesi” yaşayan insanın hissettiği derin boşluk; yetersizlik ve eksiklik duygusuyla doğan tedirginlik hâli. Tedirgin ve kaygılı insan, her zaman olumsuzluğu işaretlemez. Bir şekilde bu hâli edinmiş insan, yeniden ayaklanabilir. Yeter ki bu hâlin peşine düşsün, yeter ki yeryüzüne bir türlü oturamayışının sebeb-i hikmetini öğrenmekten geri durmasın. Çünkü tedirginlik ve kaygı, insanın yurduna/ontolojisine işaret eder.
Analitik psikolojinin kurucularından olan İsviçreli psikiyatrist Carl Gustav Jung, karşılaştığı ve tedavi etmek durumunda kaldığı o kadar nevroz sonrasında şunu der: “Nevrozların temelinde, asıl olandan kopuş vardır. Kopuş sonrasında düşülen yabancılık, gurbet ve ayrılıkta vatanı arayışın sancıları, nevroz olarak belirir.”
Çizilen Sınırla Yetinmeyen İnsan
İnsan hem ölüme varan hem de ölüme karşı bir varlıktır. Ölümün çizdiği sınırla yetinmeyen, sonsuza uzanan arzuları vardır insanın. Filozoflar, “sonlu”da “sonsuz”u istemek olan bu hâle, trajedi der.
Bir hayal kursak ve bu trajedi bitse… Mesela günün birinde ölüm çekip gitse aramızdan, hayattan düşse… İnsan hep yaşasa, hiç durmadan yaşasa, uçsuz bucaksız, sınırsız bir ömrü olsa… Onlarca badire geçirse, ölümcül hastalıklara yakalansa ama yine de ölmese… Bir türlü öl(e)mese yani… Ölümlü hayata hastalıklı uzuv muamelesi yapan, bütün çabası ölümü hayattan kovmak olan modern tıbbın beklentisi gerçekleşse…
Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş
Hayal olmaya hayal ya, keşke gerçek olsa diyenler, Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Portekizli yazar Jose Saramago’nun “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş” romanını okusun. Saramago’nun anlatısının konusu, bu düşün nasıl bir şey olduğu, olabileceğidir.
Günün birinde ölüm, bir “yok ülke”den pılını pırtısını toplayıp gider. Artık hiç kimse ölemez. Ölümün çekip gitmesiyle birlikte, ölmek üzere olanlar yeniden hayata döner. İnsanlar, durumları ne kadar ölümcül olursa olsun, başlarına ne türlü belalar gelirse gelsin, nasıl bir hastalığa tutulursa tutulsun bir türlü ölmezler, ölemezler. Trafik kazaları olur ama hiç kimse hayatını kaybetmez. İnsanlar gökdelenlerden düşer ama hiç kimse can vermez. Bu durum karşısında kurumlar, yöneticiler ve insanlar öylece kalakalır. Bir taraftan şaşırır, diğer taraftan ölümsüzlük arzularının -nihayet- gerçekleşmesine sevinirler. Ölümün taciz edip durması karşısında, bir vahanın (ülkenin) vatandaşı olduklarını düşünmeye başlarlar; ama uzun sürmez bu. Çok geçmeden içinde bulundukları durumun hiç de hayırlı bir şey olmadığını kavrarlar. Ölümün aslında nasıl bir nimet olduğunu, ölümsüzlüğün ise nasıl bir felaket olduğunu acı acı tecrübe ederler. Çünkü ahlak, yardımlaşma, dayanışma; kısacası insani olan her şey bozulmaya, kokuşmaya başlamıştır. Her açıdan çürümenin başladığını, bu sefer kendilerinin değil ülkelerinin öldüğünü görürler. Düş, eserlerinde toplumsal sorunlara, insan tabiatına ve sıra dışı olaylara odaklanan Saramago’nun kurgusuyla gerçekleşir; ama bu cennet değil tam anlamıyla bir cehennemdir.
Hayata Düşen Aydınlık
Aslında bencilliğin baştan çıkarıcılığıyla çok fena yanılıyor, ölümsüzlüğü istemekle de felakete oynuyoruz. Ölümün hayata düşen aydınlık olduğu ve hayatı yaşanılır kıldığı bir zamandan geçerek kıyısına vardığımız şu günler, ölümü kötücül bir şey gibi gösteriyor bize. Oysa Hegel’in “Tarih, insanların ölüme karşı eylediklerinin toplamıdır.” tanımı, ölüme yaklaşımımızı büsbütün ele veriyor. Kimi teorisyenlere göreyse, bunalımlarımızın temelinde, kötücül bir şey olarak karşıladığımız ölümü hayatın dışına itmemiz yatıyor. Ölümsüz bir yeryüzü cenneti düşüyle beliren hayata bakıldığında, bu tespite katılmamak mümkün değil!